Blog

Gerçek Kriz Öyküleri III

Krizler gelir, yaşanır, ders alınır ve yola devam edilir. Yaşanılacak ihtimallere göre kriz ekibi kurulur ve kararlar o günün şartlarına uygun şekilde belirlenir. Üzerinden 22 sene geçmesine rağmen Türkiye’nin en büyük felaketlerinden biri olan ve mutlaka gerçek kriz öyküleri serisinde yer alması gereken 17 Ağustos Marmara Depremi’ni kriz yönetimi açısından sizlere analiz etmek istedim.

1999 yılında 16 Ağustos’u 17 Ağustos’a bağlayan gece meydana gelen 7,4 büyüklüğünde ve 45 saniye süren yer sarsıntısı, Türkiye tarihinin en büyük ikinci depremi olarak kayıtlara geçti. Aslında merkez üssü Gölcük olan fakat tüm Marmara’yı etkileyen sarsıntı Marmara Bölgesi’nde birçok yerleşim yerini yerle bir etti. Resmi kayıtlara göre 17.480 insanımızın canına, 48.901 kişi yaralanmasına neden oldu. Bu rakamlar sadece fiziki olarak sağlığını yitirenleri içerisinde barındırırken, akıl sağlığını etkileyen vatandaşlarımızın sayısını hala bilmiyoruz. Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın kırılmasıyla meydana gelen 17 Ağustos Depremi’ne ilişkin en ikonik görüntü ise Gölcük’te denize yığılarak yok olan hayatlardı kuşkusuz. Deprem yüzünden 150.000’den fazla binada hasar oluştu ve o binalara oturulamaz raporu verildi. Depremden zarar gören çok sayıda iş yeri kapandı, fabrikalarda üretim aksadı hatta durdu. Türkiye’nin önemli üretim bölgesi olan Marmara Bölgesi’nin yara alması Türkiye ekonomisini de sekteye uğrattı.

Çarpık kentleşme ve kalitesiz malzeme kullanımı sonucu hepimiz ağır yara aldık. Büyük bir felaket ile karşı karşıya kaldık. Yaşanan can kayıpları bir yana, evsiz ve işsiz kalan vatandaşlar da çaresiz bir şekilde sokaklarda yaşam mücadelesi verdiler. Peki Marmara Depremi krizi nasıl yönetildi hatırlıyor musunuz? Artçılar devam ederken birbirimizle iletişim kuramadık çünkü telefonlar çekmedi, o zaman yeni yeni kullandığımız cep telefonlarında hatlar gitti. Marmara Bölgesi’nden haber alabilmenin tek yolu ya oraya gitmekti ya da televizyon karşısına geçmekti.

Depremin ertesi günü, devletin başındakilerden beklenen açıklamalar gelmedi. Ülkenin üzerine ölü toprağı serilmişti adeta. Televizyonlar aracılığıyla talimatlar veriliyordu çünkü tüm Türkiye kapsama alanı dışında kalmıştı. Hükümetin yetersiz kaldığı ve bizi yönetenlerin bu durumu soğuk kanlılıkla karşılayıp çözüm üretemediğini hep beraber görmüş olduk.

Çaresizlik içinde ne yapacağını bilmeyen ve yardım eline muhtaç olan kişilere ulaşamamak krizi yönetememek anlamına geliyordu. Halbuki kriz ortamlarındaki en önemli şey, sakin kalıp doğru bilgiye ulaşmak ve bu doğru bilgiyi aktarmaktır. Yanlış bilgi panik yaratabileceği gibi toplumu kargaşaya da itebilir. Medya aracılığıyla krizi yönetiyorsanız çok dikkat etmelisiniz çünkü izlenme oranlarını arttırabilmek için herhangi bir konuyu keskinleştirerek sunmak medyanın sık başvurduğu bir eğilimdir. Medya, riske konu olan olay veya durumla ilgili olarak “korku”yu arttırabilme gücüne sahiptir.* Marmara Deprem’inde devletin başında bulunan kişilerin görevini medya kuruluşları üstlenmişti adeta. Kriz iletişim koordinasyonunu büyük medya kuruluşları sağladı ve depremzedelerin ihtiyaç ve önceliklerinin neler olduğunu bu şekilde öğrenmiş olduk. Medya tüm Türkiye’ye bırakın korku salmayı, yardımlaşmayı, birlik ve beraberliğin önemini tekrar hatırlattı.

Marmara Depremi krizinde ilk yapılması gereken, yetkili mercilerden bir kişinin sözcü olarak atanması ve deprem sonrasında yaşanan olayların kontrolünün kendilerinde olduğunu göstermeleriydi. Doğru bilgilere sahip olduktan sonra, durumu medya ile paylaşacaklarının güvenini vermeliydiler. Yakın zamanda bizzat kendimin yaşadığı Samos Deprem’inden sonra size nacizane önerim; bulunduğunuz binaların zemin özelliklerine ve depreme dayanıklı malzeme kullanıp kullanılmadığına dikkat etmeniz. Çünkü biz yaşadığımız doğal afetler sonrası krizleri yönetmekte başarılı bir ülke değiliz. Deprem sonrası acil müdahale planı ve kriz iletişimi konusunda kendimizi ciddi anlamda geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

*İbrahim Zeyd Gerçik, Yöneticiler İçin Gerçek Kriz Öyküleri, 88

Bugün Can Dostlarımızın Günü

Bugün karşılıksız sevgiyle beslenen ve ağzı olup dili olmayan minik dostlarımızın günü. Yaşam döngüsüne en çok katkı sağlayan canlıdır hayvanlar. Ekolojik sistemin bir halkası olan, tabiatın kendisini yenilenmesine ve doğanın sürdürülebilir bir hale gelmesine hayvanlar katkıda bulunur.

4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü’nün tarihçesi çok eskilere dayanıyor. 1822 senesinde İngiltere’de hayvanları korumak, insanların hayvanlara iyi davranmalarını ve hayvanların daha iyi koşullarda yaşamasını sağlamak adına Hayvanları Koruma Birliği kuruluyor. Akabinde 1908 yılında Türkiye’de Hayvanları Koruma Derneği kuruluyor. Aynı amaçla kurulan dernekler birleşerek Hollanda’da Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu’nu oluşturuyorlar. 1931 yılında Floransa’da toplanan Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu, dünya üzerinde yok olma tehdidi altında bulunan hayvan türlerine dikkat çekmek üzere 4 Ekim’i Dünya Hayvanları Koruma Günü ilan ediyor. Günümüzde bugün 70’den fazla ülkede ve yaklaşık 1.000 kadar etkinlikler düzenleniyor. Hayvan hakları için farkındalık oluşturmak amacıyla dünyanın birçok yerinde barınak günleri, sahiplendirme ve bağış etkinlikleri yapılıyor.

Amerika’da her yıl 6,5 milyon evcil hayvan barınaklara bırakılıyor ve bu hayvanların 1,5 milyonuna ötenazi uygulanıyor. Türkiye’de ise hayvanların barınması için yapılan barınak sayısı sadece 120 ve bu barınakların içerisinde tahminen 7.000 hayvan bulunuyor, diğerleri ise sokaklarda yaşıyor. Yapılan bir araştırmaya göre her yıl yaklaşık 100 milyon köpek balığı insanlar tarafından öldürülüyor. Buna karşılık köpek balıklarının senede öldürdükleri insan sayısı altı.*

Hayatımızı güzelleştiren yeri geldi mi bizi koruyan can dostlarımızın haklarını korumalıyız ve onlarla birlikte yaşamalıyız. Herkes kapısının önüne bir tas su ve yemek koysa onlardan mutlusu olmayacaktır. Sadece bir gün değil, her gün onları korumalı, hatırlamalı ve onlara sahip çıkmalıyız.

*https://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/4-ekim-dunya-hayvanlari-koruma-gunu-hakkinda-her-sey,pwwjxp6mJ0yusN755TVQEA/1lylgQI3fkm4ZWcfKiwvEA

#barınamıyoruz

Düşünsenize bütün bir sene çalışmışsın, pandeminin verdiği can sıkıntısına rağmen sınavlarla mücadele etmişsin üniversiteyi kazanmışsın için kıpır kıpır heyecanlısın ama kalacak yerin yok. Yurt başvurularını yapıyorsun ama imkan kısıtlı, sana çıkma ihtimali çok düşük ailenin özel yurda ayıracak bütçesi yok. Hadi diyorsun hem çalışırım hem okurum kira fiyatlarına bakiyim el yakıyor, tamam ev olmasın oda kiralayayım diyorsun küçücük camsız ve hareket edecek alanın olmadığı bir odaya aylık 900 TL fiyat biçiyorlar. Biz buna tırnaklarınla kazıyarak kazandığın okula, devletin sunması gereken barınma hakkını vermemesi yüzünden üniversitede okuyamamak diyoruz.

Gündem o kadar hızlı değişiyor ki canım ülkemde takip etmekte bazen zorlanıyorum. Bir haftadır süregelen gençlerin yurt problemi bir türlü çözülemiyor. Öğrenciler #barınamıyoruz #yurtsuzlar #yurtsuzlargözaltında pankartlarıyla parklarda yatıyorlar ve seslerini duyurmak için çabalıyorlar. Pazartesiyi salıya bağlayan gece barınma haklarını savundukları için İstanbul ve İzmir’de çok sayıda öğrenciyi göz altına aldılar. Polislerin gençleri gözaltına alırken işkence yaptığı görüntüler medyaya yansıdı.

Geçen gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kabine toplantısından sonra “Gezi Parkı’nın bir başka versiyonu olduğunu ve bu kişilerin gerçekte öğrenci olmadığı” şeklinde bir açıklamada bulundu. Gezi Parkı direnişinin sebebi ağaçların yok olmaması, Taksim inşaat alanına dönüşmemesi ve yeşili korumaktı. Yurt ihtiyacı olduğunu belirten gençlerle Gezi Parkı’nın ne alakası var pek anlayamadım açıkçası. Muhtemelen sorgulayan, hak arayan ve biat etmeyen her genci Gezi Parkı’yla ilişkilendiriyor Sayın Cumhurbaşkanımız…

Hedef haline getirilen, zorbalık gören çocuklar, kalacak yeri olmadığı için haklarını savunan bizim çocuklarımız. Türkiye’nin pırıl pırıl geleceği olan gençler. Edindiğim bilgilere göre, İstanbul’da üniversite öğrencileri için yeterli yurt imkanı sunulmamış ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait hiç yurt yokmuş. Ekrem İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak temiz, güvenli, sosyal ve spor aktivite alanı bulunan öğrenci yurdu yaparak ve ilk öğrencilerinin yerleştiğinin haberini bizlerle paylaştı. En az 5.000 yatak kapasitesine ulaşmayı hedefleyen İBB birçok ilden gelen öğrencilere hizmet vermeye devam edeceğinin sözünü verdi.

Ankara’ya okumaya gelen üniversite öğrencilerinin barınma sorununu Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş da çözüm bulanlardan. Barınma noktaları oluşturan Yavaş, öğrencileri Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin sağladığı yurtlara yerleştirdi bile. İki öğrenci yurdunu hizmete alan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, Örnekköy’deki misafirhaneyi de kız öğrencilerine ayırdıklarını söyledi. Birçok İzmirli gençlere yardım etmek için belediyeye başvurdu. Kimisi kendi evinde öğrencileri ağırlamak isterken kimisi de maddi destek vermek istedi. İzmir Belediyesi de İzmir Gençlere Kucak Açıyor başlığı altında hem öğrenci barınma başvurusu hem de dayanışma başvurusu alarak soruna çözüm üretti. Ben gençleri ötekileştirip, alakasız olayları birbiriyle alakalıymış gibi kamuoyuna yanlış bilgiler vermek yerine üç belediye gibi birlik ve beraberlik içerisinde tüm sorunları çözebileceğimize inananlardanım. Umarım sizlerde böyle düşünüp geleceğimiz olan gençlere katkıda bulunursunuz.

Dijital Flörtleşme

Son 2 senedir yaşadığımız yasaklar ve kısıtlamalar insan ilişkilerini etkiledi. Yüz yüze iletişimin minimuma indiği, tamamen elektronik araçlarla bağ kurulduğu dönemlerden geçiyoruz. Yeni dünya düzeninde, sevgi de bu konuda nasibini aldı ve flörtleşmeler sosyal mecralar üzerinden yürümeye başladı. 

Modern hayatın getirisi olan yalnızlaşma insanları sosyal medyaya yönlendirdi ve her 3 kişiden 1’i yeni insanlarla tanışmak için arkadaşlık siteleri / uygulamalarını kullanır hale geldi. Türkiye’deki verilere göre 25-29 yaş aralığındaki birlikteliklerin %22’si dijital ortamda tanışarak başlamış. Bir etkinlikte tanışıp birlikte olanların yüzdesi 6 olurken, spor salonu ya da bar gibi sosyal ortamlarda tanışma oranı ise sadece %2. 

Pandemiyle birlikte dijitalleşen dünyada arkadaşlık kurmak korkutucu olmakla birlikte bir o kadarda kolay hale geldi. Elimizin altında bulunan teknolojiyle istediğimiz kişilere istediğimiz şekilde ulaşabilir olmak flört uygulamalarını kullanan kişi sayısının da artmasına neden oldu. Koronavirüsün başlamasıyla birlikte arkadaşlık uygulamalarında atılan mesaj sayısı bir önceki yıla göre %30 artış göstermiş ve bu artış sadece mesajlarda sınırlı kalmayıp beğeniler ve eşleşmelere de yansımış durumda.

Flört uygulamaları içerisinde en çok konuşulan konulardan bir taneside aşı. Çünkü platformu kullanan kişiler hem yeni insanlarla tanışmak istiyorlar hem de pandemiden dolayı korkuyorlar. Yapılan bir araştırmaya göre, kullanıcıların 10 kişiden 4’ü yalnızca antikor testi yaptıran veya aşı sertifikası olan kişilerle görüşmeyi tercih ettiği ortaya çıkmış ve koronavirüs yüzünden eşleşen kişilerin %50’si ilk randevuya giderken kendilerini gergin veya güvensiz hissettiklerini belirtmişler. Tabi ki buna da çözüm bulunmuş ve yaşanılan bu gerginliği azaltmak adına kullanıcıların %72’si yüz yüze görüşmeden önce telefonla görüntülü konuşma yaparak kendilerini rahatlatıyorlarmış. Bu arada arkadaşlık uygulamalarını kullanan kişilerin %48’i yeni insanlarla tanışmak yani bir nevi networking ve iş imkanı bulma aracı olarak da bu ortama dahil olduklarını söylemişler.

Dünyanın birçok ülkesinde arkadaşlık uygulaması olarak Tinder tercih edilirken, Türkiye’de Instagram, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Rusya’da Badoo, Japonya’da Pairs ve Çin’de Momo uygulamalarının tercih edilmesi açıkçası beni şaşırttı. Raporun detaylarını okumak isterseniz linke tıklayabilirsiniz: https://www.kaspersky.com/blog/dating-report-2021/

Yukarıda bahsettiğim ve bir çok istatistiksel verileri verdiğim ilişki türünün bir adı varmış bende araştırırken öğrendim. İzolasyondan türetilen ve karantina sürecinde eşlik ve arkadaşlık etmesi için sanal yollardan bulunan partnere iso-mate yani karantina flörtü deniyormuş. Pandemiyle birlikte hayatımıza giren yeni kavramlardan bir tanesiyle daha sizi tanıştırmış olmaktan mutluluk duyuyorum. Tepe tepe kullanabilirsiniz 🙂

Teknofest Başlıyor

Adından da anlaşılacağı üzere teknolojik aktiviteleri içerisinde bulunduran teknoloji festivali 21-26 Eylül arasında İstanbul Atatürk Havalimanı’nda düzenleniyor. İstanbul Atatürk Havalimanı taşındığından beri farklı etkinliklere ev sahipliği yaparak ismini hatırlatmayı da eksik etmiyor. Neyse konumuza dönecek olursak, ilki 2018 yılında gerçekleşen Teknofest’in amacı, Türkiye’nin bilim ve mühendislik alanında kendini geliştirmiş ya da geliştirmek isteyen kişilerini bir araya getirmek. 

Festivalin düzenlendiği ilk sene 14 farklı kategoride düzenlenen teknoloji yarışları şimdi 21 farklı kategoride olup 81 il ve 84 ülkeden 20.197 takım ve 100.000 gencin başvurusuna sahip. Etkinliklerin içerisinde hava gösterileri, teknolojik yarışmalar, söyleşiler ve konserler bulunuyor. Çok heyecanlı geçecek olan festivalde, Türk Yıldızları, Solo Türk, Paraşüt Timleri ve birçok akrobasi uçaklarının gösterileri bulunuyor. Farklı yaş gruplarına havacılık ve uzay teknolojilerine yönelik atölyeler de yapılacak. Aynı zamanda yurt dışında ve Türkiye’de bulunan bilim insanlarının bir araya geldiği, bilim üzerine sohbet ettikleri Bilim İnsanları Seminerler’i düzenlenecek. Hatta Nobel Ödüllü bilim insanımız Prof. Dr. Aziz Sancar kişilerden bir tanesi. Bu kaliteli etkinlikte teknoloji üzerine ufuk açıcı konuşmalar geçeceğinden şüphem yok.

Balon uçuşları, sanal gerçeklik tüneli ve simülasyon uygulamaları da ziyaretçilerin ilgi odağı olacağına eminim. Dilerseniz Planetaryum’da güneşe, yıldızlara, gezegenlere bakarak uzayın derinliklerini hissedebileceksiniz. Teknofest gösterilerinin içerisinde en çok ilgimi çekenlerden bir tanesi müzikle ilgilenen lise ve üniversite öğrencilerinin sahne almasına imkan sağlayan “Sahne Senin” etkinliği. Festivale gelen katılımcıların ve ziyaretçilerin keyifli vakit geçirmeleri için gençlere bu olanağı sağlamaları takdire şayan bir davranış. Türkiye’nin ilk ver tek havacılık, bilim ve teknoloji festivali olan Teknofest, gençleri bilim ve teknolojiyle bir arada tutarak hem kendilerini geliştirmelerine hem de keşfetmelerine ön ayak oluyor.

Uzun süre İstanbul’da yaşayan biri olarak keşke daha önce Teknofest düzenlenmeye başlasaydı diyorum. Eğer İstanbul’daysanız ve vaktiniz varsa aşağıdaki linkten başvurunuzu yaparak bu festivali ziyaret etmenizi öneririm: https://t3kys.com/tr/teknofest/visitor/apply/

Kocaman Bir Temizliğe Var Mısınız?

Bugün Instagram’da dolaşırken İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin İzmir’de sonbahar temizliği başlıklı  paylaşımını gördüm ve tabi ki merak edip araştırdım. Her yıl Eylül ayında Dünya Temizlik Günü kutlanıyormuş. Daha temiz bir dünya için 18 Eylül’de yani yarın yapılacak olan Dünya Temizlik Günü hakkında sizlere bilgi vermek istiyorum.

İlk kez 2008 yılında Estonya’da başlayan ve her geçen gün yayılarak birçok ülkede devam eden büyük bir temizlikten sizlere aslında bahsediyorum. Dünyanın en büyük sivil çöp toplama hareketi olarak da bugünü tanımlayabiliriz. “Atıksız Bir Dünya” mottosuyla yola çıkılan ve her yıl Eylül ayında gerçekleştirilen Let’s Do It! eylem gönülleriyle dünyamızın temizlendiğini biliyor muydunuz?

Let’s Do It! ekibi, 2008 yılında Estonya’da ortaya çıktı ve 50.000 kişi bir araya gelerek ülkenin 10.000 ton çöpünü 5 saat içinde temizledi. Yapılan temizleme sonrasındaki görüntüler inanılmazdı ve temizliğin farkına varan 15 ülke hemen sisteme dahil oldu. 2019 yılı verilerine göre 180 ülkede 21 milyondan fazla gönüllüyle katılımlar gerçekleştiriliyor. Türkiye’deki gönüllülerde bu ekibin parçası ve çok başarılı işler yapıyorlar.

Her sene Eylül ayında tüm dünyada gerçekleşen Dünya Temizlik Günü’nün amacı, etrafımızdaki çöplerin farkına varmak, çöp körlüğünü yenmek ve temiz bir dünya için elimizden geleni yaparak farkındalık yaratmak. Yarın yapılacak olan büyük temizliği Let’s Do It! Türkiye Ulusal Ekibi organize ediyor. Türkiye’nin 7 bölgesinin direktörü ve yaklaşık 50 ilde bulunan temsilcilerle organize bir şekilde etkinlik gerçekleşecek. Birçok Sivil Toplum Kuruluşlarının, belediyelerin, çevre örgütlerinin ve gönüllülerin katılacağı kocaman bir kirli yerleri temizleme etkinliği olacak.

Ben saha gönüllüsü olarak kaydımı oluşturdum eğer sizde bu sene tüm dünyayla eş zamanlı düzenlenecek olan Let’s Do It! hareketine katkıda bulunmak istiyorsanız aşağıdaki linkten başvurunuzu yapabilirsiniz: https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSdHi0ieXsLJ3wBLn1WBl_2wM1MdExfijxDyjiyHXcIw9VNvHA/viewform

Bir İTÜ’lü Gencin Konuşması

Türkiye’nin gündemine oturan bir gencin konuşmasından sizlere bahsetmek istiyorum. İsmi Hüseyin Umutcan Ay, Çanakkale Fen Lisesi mezunu. 23 yaşında ve İstanbul Teknik Üniversitesi İşletme Fakültesi İşletme Mühendisliği’ni 4 tam notla bitirdi. Tam not alarak okulu bitirmesiyle İTÜ’nün 248 yıllık tarihine adını başarıyla yazdırdı. Birinciliği açıklandığında bir konuşma yaptı ve medyadan inanılmaz bir ilgi gördü. Bu kadar olay olmasının nedeni Umutcan’ın kendinden emin, ne dediğini bilen, vücut dilini etkin bir şekilde kullanarak ülke sorunlarına cesaretle değinebilmesi çünkü biz yetişen nesile pek inanmıyor ve güvenmiyoruz. Evet belli bir kesim var ki, gündemden bir haber sadece dünyanın Instagram ve Twitter’dan ibaret olduğunu düşünerek yaşıyor. Fakat okuyan, gezen, öğrenen ve kendini geliştiren gençlerin sayısı da bir o kadar çok. Bunu da unutmamak lazım.

Öncelikle şunu söylemeliyim haberlerde okuduğunuz ya da dinlediğiniz mezuniyet konuşmasını sizlere birebir aktarmayacağım. Kendimce, bu pırıl pırıl gencin bahsettiği konulara ve kurduğu cümlelere yorum yapacağım. O yüzden sıradan bir yazı okumayacağınıza söz veriyorum 🙂 Konuşmayı baştan sona izledim ve ilk başlarda söylediği “dünyanın merkezinde ben olmadığımı öğrettiğiniz için çok teşekkürler” cümlesi birçok ebeveynin çocuklarını büyütürken yapması gereken davranışları özetler niteliğindeydi. 

İTÜ birincisi, okuduğu bölüm ve almış olduğu dersler sayesinde sorgulamanın ve araştırmanın ne kadar önemli bir kazanım olduğunun bilincinde konuşuyor. Zaten bunca toplumsal konu hakkında fikir beyan edebilmesinin nedeni de bu. Türkiye’deki kadına şiddetin temelini araştırıp bu konu hakkında çözüm üretmek üzere, okulun son senesinde bir proje çalışmasında bulunmuş. Yaşanılan şiddetin nedenlerinin operasyonel ve sistemsel olduğunu ve bu sorunsalın bir modellemeyle çözülebileceğini tasarlamış. Yasaların yetersiz ve yargının adil olmadığı bir ülke sorunlarıyla yüzleşirken, hiçbirimiz Umutcan gibi maalesef haberleri takip edemiyoruz. Ülkemizin doğusunda kız çocuklarının gerçekten daha kız yaşında evlendirilmesinden, asgari ücretle geçinemeyen insanların intiharlarından ve Taksim’de cinsel yönelimi ne olursa olsun yaşamaya devam etmek için elinden gelen kişilerin ötekileştirilip katledilmesinden konuşmada yer vermesi, gençliğin her şeyin farkında olduğunun bir mesajıydı.

Yeni mezunların asgari ücretle normal çalışma saatlerini aşan sürelerde çalıştırılmasına, işsizliğin alıp başını gitmesine ve bu yüzden geleceğe umutla bakamadığımızı “karanlıkta olduğumuzu biliyorum, korkuyoruz da. Çözüm ne kaçmak mı?” derken de doğru güzel bir konuya parmak basıyor. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığından ve başka birileri çözüm üretsin tembelliğinden kurtulmamız gerektiğine dikkat çekiyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin yaşadıklarınızla, öğrendiklerinizle ve tecrübelerinizle hayatınıza devam edersiniz. Dolayısıyla  kurduğu “bizler ve yetiştireceğimiz çocuklar hegomanların elinde yozlaşmış bu sistemi değiştireceğiz, değiştirmeliyiz” cümlesiyle farkındalık yaratarak tüylerimizi diken diken ediyor.

Konuşmasını bitirirken, patriarkal (ataerkil) yapının getirdiği toplumsal baskı, şiddet ve ayrımcılıktan söz ediyor. Düşüncelerimizi özgürce söylememizi, söyledikçe gelişebileceğimizi ve fikir alışverişinde bulundukça düzeni değiştirebileceğimizden bahsediyor. Umutcan gibi nice genç aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor ve biz bunu biliyoruz. Gençlerimiz umut vaat ediyor ve onlara güveniyorum. Fikirlerinizi, düşüncelerinizi söylemekten vazgeçmeyin ve inandığınız şeyler için aksiyon almayı unutmayın. Bu arada konuşmayı dinlemediyseniz buradan ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=tzCwreWDNQw 

90. İzmir Enternasyonal Fuarı Başlıyor!

İzmir Enternasyonal Fuarı deyince aklınıza neler geliyor? Zeki Müren mi? Lunapark mı? Yoksa sıra sıra dizilmiş ülke bayrakları ve palmiyeler mi? Bir İzmirli olarak bütün bahsetmiş olduğum görseller benim gözümün önüne geliyor açıkçası. Bu sene İzmir Enternasyonal Fuarı 3-12 Eylül arasında ziyaretçilerine kapılarını açacak. O yüzden bu yazımda İzmir Fuarı’yla ilgili bilgiler vermek istedim.

1923 senesinde Mustafa Kemal Atatürk İzmir’de 1.İktisat Kongre’sini toplar ve İktisat Kongresi ile ticari ürünler sergisi düzenler. Bu sergide küçük sanayi ürünlerinden yiyeceklere, kilimlerden sabunlara, tarım araçlarından şaraplara  kadar birçok ürün sergilenir. Yani anlayacağınız daha Cumhuriyet kurulmamışken Atatürk, dünyanın en eski uluslararası genel ticaret fuarlarından biri ve Türkiye’nin ilk fuarı olan İzmir Enternasyonal Fuarı’nın temellerini bu şekilde atmıştır.  Açıldığı tarihten bu zamana kadar İzmir Enternasyonal Fuarı sergileriyle, eğlenceleriyle ve etkinlikleriyle yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgi odağı olmuştur. Her sene Ağustos ve Eylül aylarında genellikle İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül’ü içine alacak şekilde  Kültürpark’ta düzenlenmeye devam etmektedir. 

Bu sene fuarda birçok kategoride etkinlikler düzenlenecek. Bunlardan bir tanesi Çim Konserleri. Çim alanda gerçekleşecek olan konserler 4 eylülde Şevval Sam ile başlıyor ve 12 eylüle kadar her gün farklı farklı sanatçının konseriyle devam ediyor. Diğeri ise Mogambo Gazinosu’ndan ismini alan Mogambo Geceleri. Yaşar’dan, Ayhan Sicimoğlu’na, Bülent Ortaçgil’den, Nükhet Duru’ya kadar birçok sanatçının performansını İzmir’de bulunanlar izleyebilecekler. Açıkhava Tiyatrosu’ndaki etkinlikler diğer bir kategori. Tepecik Filarmoni Orkestrası ve Anadolu Ateşi, Açıkhava Tiyatrosu’nda gösterilerini sergileyecek. Yazarlarla sohbet etme ve imza günlerine katılmak isterseniz, Kitap Sokağı ve Yüz Yüze Sohbetler etkinliklerine mutlaka göz atmanızı öneririm. Sinema da etkinlik kategorilerinden bir tanesi. Kültürpark’ın içerisinde bulunan İzmir Sanat Merkezi’nde, farklı film festivallerinde ödül almış 10 tane birbirinden güzel film seyircilerle buluşmayı bekliyor. Çocuk etkinliklerine de bu sene fuarda yer verilmiş, her gün belli saatlerde değişik etkinlikler yapılması planlanmıştır. 

İzmir’in çeşitli ilçelerinde afişlerini gördüğüm ve aralarında en çok ilgimi çeken Intel Esl Oyun Festivali oldu. Oyun sektöründe yer almak isteyen genç girişimcilerin başarılı oyun startuplarını kurmalarını amaçlayan oyun geliştirme yarışmasına ilginin fazla olacağını düşünüyorum. İzmir’in önde gelen kulüplerinden; Altay, Altınordu, Göztepe, Karşıyaka, Arkas ve diğer kulüplerin katılımıyla futbol, voleybol, dart, okçuluk ve benzeri spor dallarıyla etkinliklerin de düzenleneceğini ayrıca belirtmek isterim.

Bu sene 90. kez gerçekleşecek birçok farklı kültüre ve etkinliğe ev sahipliği yapan İzmir Enternasyonal Fuarı, yukarıda bahsetmiş olduğum gibi oldukça renkli olacak. Fuarla ilgili detaylı bilgi almak isterseniz https://ief.izfas.com.tr/tr  linkini tıklamanız yeterli. Etkinliklere katılacaklar için şimdiden iyi eğlenceler diliyorum 🙂

Yaşamaya Dair

Yaşamaya Dair isimli tiyatroyu 2014 yılında annemle İzmir Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu’nda izlemiştim. Nazım Hikmet’in muhteşem şiiri ile Genco Erkal ve Tülay Günal’ın eşsiz oyunculuğunun birleştiği oyun. Konu, Nazım’ın Bursa Cezaevi’ndeki yaşamı ve eşi Piraye Hanım’a olan düşkünlüğüdür. Müzikal tadında ama aynı zamanda şiir dinletisi ve konser niteliğinde su gibi akıp giden bir tiyatro oyunudur. Piyano ve viyolonsel eşliğinde, Fazıl Say ve Zülfü Livaneli gibi birçok besteci de Nazım şiirlerini seslendiriyor. Oyun sonlandığında, Genco Erkal’ı ilk defa canlı izlemenin vermiş olduğu heyecan yerini hayranlığa bırakmıştı. O zaman 76 yaşında olan duayen tiyatrocu nefesi kesilmeden, repliklerini unutmadan, tüylerimiz diken diken olarak bize Nazım Hikmet’i hissettirmişti. Tülay Günay ile yakalanılan uyum ise takdire şayandı. Hala sahne alınan Yaşamaya Dair oyununa gitmediyseniz, kesinlikle izlemenizi öneriyorum.

1938 yılında doğan ve Türkiye’nin en önemli tiyatro ve sinema oyuncularından biri olan Genco Erkal hakkında çıkan haberleri duymuşsunuzdur. Bugünkü yazımda o yüzden kendisini kaleme almak istedim. Hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla 4 yıl 8 aya kadar hapis istemiyle iddianame hazırlanmış ve 2016 yılından bugüne Twitter’da yaptığı paylaşımlara istinaden bu soruşturmanın açıldığını da belirtmek isterim. Tabi ki sanat camiası bu olaya sessiz kalmadı. Fazıl Say “Genco Erkal, Türkiye’dir; kılına dokundurtmayacağım Genco’muzun! diyorum. O kadar!” diyerek tepkisini dile getirirken, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği ” yüreği insan sevgisi, yaşama saygısı ve tiyatro aşkıyla dolu, sanatını akıl ve bilginin ışığında zarafetle icra eden Türk tiyatrosunun sayılı mihenk taşlarından biri olan Genco Erkal’a atfedilen suçlama şaşkınlık vericidir” şeklinde açıklamada bulunmuştur.

Tiyatroya küçük yaştan beri ilgisi olan Genco Erkal’ın öğretim geçmişi de oldukça parlak. Deniz subayı olan babası ve moda tasarımcısı olan annesi Genco’yu, Galatasaray Lisesi İlkokulu’nda yatılı olarak okutmuş daha sonrada orta öğrenimi için Robert Koleji’ne göndermiştir. İstanbul Üniversitesi Psikoloji mezunu olan Genco Erkal, üniversite sonrası oyunculuğa amatör olarak başlamış ve ilk profesyonel oyununu Kenter Tiyatrosu’nda oynamıştır. 83 yıllık ömrüne 68 tiyatro oyunu, 10 film ve 9 ödül sığdıran yaşayan efsane bir tiyatrocudur Genco Erkal. Açılan davaya gelecek olursak, tamamen gerçekleri sindirememe, hak, hukuk ve adaleti özgür düşüncelerimizle savunmamızın belli kesimlerce tasvip edilmemesinin sonucu olarak görüyorum. Paylaşımlarında hiçbir hakaret bulunmaması ve sanatkar olmasının verdiği haklı mücadelesiyle #GencoErkalYalnızDeğildir demekten kendimi alamıyorum.

Bu arada yaşam ile ilgili düşünceleri en güzel anlatan, keyfiniz kaçtığında hayata daha sıkı bağlanmanızı sağlayan Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirini en yakın zamanda okumanızı tavsiye ederim.

Afganların Sesleri

Son zamanlarda karşı karşıya kaldığımız göç dalgasıyla, Afganistan’ın nasıl bir rejimle yönetildiğini daha net görür olduk. Aslına bakarsanız, güzel bir tiyatronun sona ermesiydi bu yaşananlar çünkü Taliban Afganistan’ı daha önceden ele geçirmişti fakat resmi bir açıklama gelmemişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, Suriyelilerin ülkemize gelip yerleşmesini o kadar kanıksadık ki Afganlar’da gelince milletimiz ses çıkarmayacak ve bir tek ben öfkelenecekmişim gibi hissetmiştim. Ama bu sefer beni şaşırttılar ve iktidarın belli bir kesimi bile dur dememiz gerekiyor diye demeçler verdiler.

Bundan tam tamına bir hafta önce Altındağ’da gencecik bir vatandaşımız mülteciler tarafından kalbinden bıçaklanarak öldürüldü. İnsanları ötekileştirmekten hiç hoşlanmıyorum lakin; vakti zamanında Suriyeliler ülkelerini terk ederken çocuklarıyla, eşleriyle, hayvanlarıyla ve eşyalarıyla sınırlarımızdan geçtiler. Peki her gün genç erkek Afganların yürüyerek geçtiği sınırlarımıza Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye yol geçen hanı değildir” açıklaması ironi değilse nedir, soruyorum size?

Henüz bitmeyen pandemi sürecinde ülkemize giriş yapmış olan ve sokaklarda dolaşan mültecilerin durumu ne olacak? Evleri yok, işleri yok, aşıları yok, ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar ki elleri silah ve bıçakta tutuyor öldürülen gencecik yurttaşımızdan bildiğimiz üzere! İş arıyorlar, kalacak yer bulmaya çalışıyorlar bunca sefalete rağmen çoğalmaktan da vazgeçmiyorlar. Her yerde en az 2-3 yaşında göçmen çocuk; ne ara geldin yuvanı kurdun, düzenini oturttun da çocuk yapacak seviyeye geldin aklım almıyor. Hayır yani ben bir Türk vatandaşı olarak ülkemde kendimi ne ekonomik ne sosyal ne de siyasi açıdan özgür hissedemediğim için çocuk yapmaktan korkuyorum, bunlar maşallah mülteci oldukları memlekette 1-2 taneyle de yetinmiyorlar! Tabi ki bu düzenin altında başka nedenler var ama bugünkü yazımın konusu bu değil.

ABD’nin Afganistan’dan askerlerini çekmesiyle birlikte “Taliban” ben daha ölmedim dedi ve perde tekrar açıldı. Taliban’ın baskıcı rejimden kaçmaya çalışan insanların uçakların kanatlarına tırmandıklarını görmekle kalmayıp, kargo uçağının iniş takımlarında insan vücuduna ait parçaların bulunduğu ABD tarafından onaylanalı birkaç saat oldu. Bütün dünya Afganistan’ı anbean takip eder oldu. 

Bunca olanların arasında, tek savunduğum bir şey var ki milyonlarca Afgan kadını ve çocuklarının yaşamı tehlikede ve bu erkek rejim baskısını hiç mi hiç hak etmedikleridir. Afganistan’ın ilk kadın belediye başkanı Zarifa Ghafari “beni öldürecekler, oturdum ve gelmelerini bekliyorum” diyor. Öteki yandan Takhar vilayetinde burka giymediği için bir kadını sokak ortasında kurşun yağmuruna tutarak öldürdükleri haberi içimizi acıtıyor. Afganistan’a şeriat bugün gelmemiş olabilir fakat Afgan kadın ve çocukların kurtuluşu devrimci mücadele ile gerçekleşecektir.

Afganların Taliban’dan kaçışını gören belli bir kesim şimdi; minnettarız Atatürk sloganları atmaya başladı. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni yoktan var etti. Demokratik, kadın-erkek eşitliğine dayanan, halkın isteklerine kulak veren, seküler bir devlet olarak kurmuştur. Dolayısıyla bu zamana kadar bunu duyup ve bilip anlamak istemeyen zihniyetler Afganistan’ı görünce iyi ki Atatürk vardı demeleri sinirlerimi zıplatıyor! 

Bu arada Erdoğan’ın Afganistan’da yaşanan krizi fırsata çevirip Taliban ile diplomatik bir ilişki kurduğu takdirde, AB ve ABD’nin kendisine daha çok ihtiyaç duyacağını düşündüğü söyleniyor. “Batının vazgeçemediği alternatifsiz lider” ünvanını almak istiyormuş, çıkan haberler bu yönde benden söylemesi…