Blog

#kusurabakıyoruz

2006 yılında benim müzik zevkime göre kaliteli müzik gruplarının sahne aldığı Rock’N Coke festivaline gitmiştim. Placebo, Muse, Şebnem Ferah, Editors, Yüksek Sadakat, Hayko Cepkin, Vega, Ogün Şanlısoy ve Duman gibi 2 gün boyunca efsane bir kadro vardı. 2009’dan sonra Rock’N Coke düzenlenmemeye başladı. Türkiye’nin ilk ve tek blues festivali olan Efes Pilsen Blues Festivali, 2010 yılında Lütfi Kırdar’da düzenlenmişti. İlk defa canlı blues dinleyerek çok keyifli vakit geçirmiştim. Sonra onu da yasakladılar. Eurovision’a katılıp katılmayacağımız her sene bir muamma geçerken, bir bakmışız ki hayatımızdan sinsi sinsi müzik çıkarılmak isteniyor.

1 Temmuz’dan itibaren yeni normalleşme adı altında Sayın Cumhurbaşkanımız “kusura bakmayında kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yoktur”diyerek yasakları 00:00’a çektiğini açıkladı. Tabi ki bu halka seslenişten sonra hepimizin bir içi sıkıldı zaten bunalmıştık daha da bir keyfimiz kaçtı. 

Pandemi dönemi özellikle kültür-sanat sektörüne yapılan akıl almaz ve çözümsüz yasaklardan daha önceki yazımda bahsetmiştim, biliyorsunuz: eliferbak.com/macka-demokrasi-parkinda-muziksusturulamaz/ Dünkü yapılan açıklamadan sonra birçok sanatçı tepkisini sosyal medya aracılığıyla dile getirdi. Müzisyenlere ve bu sektörden para kazanan kişilere karşı alınan tavrın ideolojik olduğunu düşünenlerdenim. Kimse kimseyi kusura bakmasın rahatsız edemez değinceye kadar yolsuzluklardan, mafyayla yapılan anlaşmalardan, alınan kat kat maaşlardan neden bahseden yok? Evine ekmek götüren müzisyenlerin hayatlarını, onurlarını elinden aldıklarının farkında değiller sanırım!

Bu ülkede yaşama sevincimizi, neşemizi bizi keyiflendirecek şeyleri elimizden tek tek almaya yemin edilmiş gibi hissediyorum. İşin garibi gece 12’ye kadar izin verilmesine sevinmeye başladığımızın farkına varınca, yukarıda bahsettiğim festival zamanları aklıma geldi. Çünkü #kusurabakıyoruz ve rahatsız olanlar varsa kendi iradesini kullanarak dinlememesini öneriyoruz. Ülkemde ne zaman eve gireceğime, kaç çocuk yapacağıma, ne kadar para kazanacağıma kadar alınan kararların bir kişinin elinde olması durumu, hepimiz için artık yeter dedirtmeli.

Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”. Atamızın ışığından giden bir Türk genci olduğumdan yazımı Sezen Aksu’dan o zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz adlı şarkıyla sonlandırmak isterim 🙂

Dijital Aşı Sertifikası (CovPass)

9 Haziran’da Avrupa Parlamentosu tarafından dijital aşı sertifikası kabul edildi. Peki nedir bu dijital aşı sertifikası? Kişilerin Covid-19 aşısı olup olmadığını, eğer aşı olduysa nerede, hangi aşı, kaçıncı doz olduğunu gösteren sertifikadır. Koronavirüs geçirenlerin iyileşip iyileşmediğini, antikor seviyesine kadar tüm bilgiler bulunduğu bu sertifika, ücretsiz olarak kağıt veya dijital olarak verilebilecektir. Akıllı telefon kullanmayanlar için aşı merkezlerinde ya da ikinci aşıyı yapan doktorlardan alınabilecek aşı sertifikasının cep telefonlara QR kodu ile yükleme yapılabileceği söyleniyor.

1 Temmuz’dan itibaren dijital aşı sertifikasını gösteren AB vatandaşları, birlik ülkeleri arasında hiçbir kısıtlama olmadan seyahat edebilecekler. Bu sertifika 12 ay geçerli olacak. Avrupa Birliği ülkeleri dışında İzlanda, Norveç, İsviçre ve Lintenştayn’da geçerli olacak.

Almanya’da bugünden itibaren koronavirüs aşısı yaptıranlar dijital aşı sertifikasını kullanabilecekler. Aşı olan kişiler doktor ve eczanelere başvurarak dijital aşı sertifikasındaki verilerin doğruluğunu kontrol ettirebiliyorlar. Aşıları tamamlayanlar uçağa, otele, sinemaya giderken dijital aşı sertifikasını göstererek aşı olduklarını kanıtlayabilecekler.

Dijital aşı sertifikası şu an için Avrupa İlaç Ajansı’nın onay verdiği aşıları sisteme kaydedecek. Avrupa Birliği BioNTech-Pfizer, Moderna, AstraZenaca ve Johnson & Johnson firmaları tarafından üretilen aşıları onaylamış durumda. Dolayısıyla Çin’in Sinovac ve Rusya’nın Sputnik V aşısı AB tarafından tanınmıyor. Bu durumda Türkiye’de Sinovac aşısı olanlar, Avrupa Birliği ülkeleri ziyaretleri öncesi ve sonrasında koronavirüs kurallarını uygulamak zorunda kalacaklar.

Türkiye’de şu an aşı sırasında 40 yaşa kadar inildi. Sanatçılar, kargo çalışanları ve kuryeler gibi belli meslek gruplarında yaş gözetmeksizin önceliklendirme yapılıyor. Ama tabi ki aşı olmak virüsün bittiği anlamına gelmiyor. Dijital aşı sertifikamız bile olsa tehlike devam ediyor. O yüzden mesafe, maske ve hijyen kurallarına devam etmeliyiz…

Maçka Demokrasi Parkı’nda #muziksusturulamaz

Türkiye’de pek çok park bulunuyor. Birçoğu da tarihi ve doğal güzellikleri açısından görülmeye değer yerlerden. Bu yazımda 2 özelliği içinde barındıran ve anlamlı etkinliklere sahne olan Maçka Demokrasi Parkı’ndan söz edeceğim.

Benim sık sık spor yapma amaçlı gittiğim bu parkın geçmişi 19.yy’la dayanıyor. Beşiktaş, Taksim ve Nişantaşı’nın tam kesişme noktasında ağaçlarla kaplı küçük kulübelerin bulunduğu ve içinden dere akan bir parkmış eskiden. Nehir üzerinde kayık gezileri düzenlenir, dere etrafında piknik yapılırmış. Ve hatta o zamanlar her şey o kadar temizmiş ki vadi olarak tanımlanan Maçka Parkı içindeki dereden insanlar su içermiş.

1970’lerde evi olmayan insanların kalacak yer olarak parkı kullanması bölge sakinlerini korkutmuş. Parkta kalan çocuklar geceleri etrafta gezen kişileri korkutuyorlarmış. Şikayetler üzerine ıslah çalışması yapılmış ve evsiz insanların kaldıkları barınaklar yıkılmış. 1993’de restore edilen Maçka Parkı’na “demokrasi” kelimesi eklenmiş ve restorasyondan sonra Taksim-Maçka teleferik hattı yapılmıştır.

7 haziran pazartesi günü tüm müzik sektörü için Redd grubu Maçka Demokrasi Parkı’nda bir eylem konseri düzenledi. Çoğunuz bu haberi duymamış olabilirsiniz çünkü belli kesimlerce sanat ile ilgilenen kişilerin yasaklarla birlikte mesleklerini icraat edememesi bir sorun teşkil etmiyor. Bu konserle farkındalık yaratmaya çalışan Redd grubuna tabi ki yandaş kesimden “hiçbir kurala uymadan konser verdiler” şeklinde tepkiler geldi. Dip dibe restoranda yemek yeyip, kahve içen kişilere ilişkin herhangi bir yaptırım getirmeyen hükümet, 2 senedir açlığa terkedilen kültür, sanat ve eğlence sektörünün içinde bulunduğu zor durumun isyanına kulak vermek zorundadır. Yapılan eleştirilere “lincinize, hedef göstermelerinize duruşumuz nettir, duruşumuz Redd’dir” diyerek grup üyeleri güzel bir cevap vermiştir. 

Dün gece Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca Twitter’dan attığı tweet ile müzisyen, film ve dizi prodüksiyon ekiplerinin aşılama sürecinin başlayacağı haberini verdi. Maçka Demokrasi Parkı’nda düzenlenen etkinlikle birlikte kültür, sanat ve eğlence sektöründe çalışanların sesi sonunda duyuldu. Müziği durdurmak hayatı durdurmaktır. Bitki örtüsü açısından zengin olan parkın içerisindeki ıhlamur, kavak, gürgen, meşe ve akasya gibi birçok çeşit bitkinin bu sene sanat emekçileri için açması ümidiyle…

Gerçek Kriz Öyküleri II

Gelişen teknolojiyle ve rekabetin artmasıyla birlikte işletmeler hem iş yapış şekillerini değiştirmiş hem de çalıştıkları alanlarda kaliteye önem vermeye başlamışlardır. Bilginin dönüşümü kurumları iyi yönde etkilese bile bazen beklenmedik sonuçlara neden olabilmektedir. Bu yüzden firmalar yaşanabilecek krizlere hazırlıklı olmalı ve kriz yönetimine ilişkin kılavuzlarını hazırlamalıdırlar.

Çalıştıkları faaliyet alanları açısından risk oranı yüksek firmaların mutlaka kriz yönetimi ve iletişimiyle ilgili uygulamaları bulunmalıdır. Bu konuyla ilgili en güzel örnek Exxon Valdez krizidir. 1989 yılında Exxon Valdez petrol tankeri Alaska kıyılarında kayaya oturdu. Yaklaşık 11 milyon varil ham petrol okyanusa yayıldı. Dökülen petrol 4.000 km² alanı kapladı. 

Petrolün sızdığı bölgedeki yaşayan deniz canlılarının ve birçok hayvan türünün ölmesi krizin büyüklüğünü ortaya koymuştur. Kaza olduktan sonra yönetim, operasyon ve iletişim departmanı arasındaki koordinasyonun olmaması krizi daha da alevlendirmiştir.. Exxon’un krize karşı oluşturdukları teknik ekiplerin olağanüstü kötü hava koşullarına karşın ne derece etkili bir şekilde kriz bölgesinde müdahaleler yaptıkları bilinmemektedir. Şirketin o zamanki CEO’su Lawrance G. Rowl’un kaza mahallini ziyaret etmesi 2 haftayı bulunca dünyadaki en büyük 28.petrol kazası olan Exxon Valdez’in, kriz yönetiminde “ne yapılmaması” gerektiğini anlatan güzel bir örnek haline gelmiştir.*

Milyonlarca kuş ve balığın ölümüne sebep olan Exxon Valdez kazası hala bölgede etkisini sürdürmekte. Dışarıdan bakıldığında petrol kalıntısı görünmediği fakat ham petrolün dibe çökmesinden dolayı çevreciler hala tehlikenin devam ettiğini söylemektedirler.

Daha önce bahsetmiş olduğum gibi kriz anında yönetim ve iletişim çok önemlidir. Olayın gerçekleşmesinden sonra kriz masası kurulup kurum içi iletişimi sağlayacak ekip oluşturulması gerekmektedir. Kaza yerinden gelen bilgiler doğrultusunda krizi nasıl yönetileceği hakkında plan oluşturulmalıdır. Yanlış haberlere mahal vermemek adına ilgili kişinin basın toplantısı düzenlemesi ve kamuoyunu bilgilendirmesi gerekmektedir. Aynı zamanda üst düzey yöneticilerin olay yerine intikali ve olayı yerinde incelemesi, insanlara güven aşılaması çok önemlidir.

Hatırlarsanız bir önceki gerçek kriz öyküleri yazımda Tylenol krizinden bahsetmiştim. Kriz yönetiliş tarzı olarak üniversitelerde örnek olay gösterilen Tylenol “doğru kirz yönetimi”, Exxon’da “yanlış kriz yönetimi” olarak değerlendirilmektedir. 

Kriz ile yaşamayı öğrenmek adına bir sonraki kriz öykümü Türkiye’den seçtim, hepinizi bekliyorum…

*Salim Kadıbeşegil, Kriz Geliyorum Der!, 56

Marmara Bağırıyor Duyuyor Musunuz?

Marmara Denizi’nin üzerini kaplayan ve kasım ayından beri devam eden deniz salyasını (müsilaj) görmeyen kalmamıştır sanırım. Dış basına da yansıdığına göre çevreye ne kadar duyarlı bir ülke olduğumuzu tüm dünyaya kanıtlamış olduk, çok şükür!

Marmara Denizi uzun zamandır can çekişiyordu. Marmara kıyılarını ele geçiren salya, dere yataklarına kadar ulaştı. 2007-2008 yıllarında da benzer sorun görülmüştü fakat hiç bu kadar fazla olmamıştı. 25 milyon insanın yaşadığı Marmara kıyılarını etkileyen bu ekolojik tehdidin nedenlerini biraz araştırdım ve sizlerle paylaşmak istedim.

Atık suların arıtılmadan verilmesi, tarım ürünlerinin Marmara Denizi’ne dökülmesi ve deniz sıcaklığının normale göre yüksek olması suyun üzerinde müsilaj oluşmasına neden oluyor. Ölü organizmaların suyun üzerine çıkması aslına bakarsanız Marmara’nın bir yardım çığlığı niteliğinde. Kasım ayında balıkçılar bu konuyla ilgili “ağları atıyoruz fakat çekemiyoruz. Müsilaj ağları kaplıyor, su doluyor ve ağırlaşan ağları çekemiyoruz” diyerek korkularını dile getirmişlerdi.

Küresel ısınmanın etkisiyle deniz sıcaklığının normalin üzerinde olması, azot ve fosfor besin yükünün artmasıyla birlikte biyokimyasal atıkların çoğalması Marmara Denizi’ndeki salyayı arttırmıştır. Deniz salyası yapışkan bir madde olup, balıkların solungaçlarını tıkayabildiği gibi deniz altında yaşayan canlıları da tehdit etmektedir. Besin zincirindeki canlılar hayatta kalabilmek için birbirine ihtiyaç duyarlar. Ama şu an Marmara Denizi’nin en üretken yeri yani dibi maalesef nefes alamıyor.

Deniz salyası sorununun çözümü için öncelikle Marmara Denizi havzasının hassas alan ilan edilmesi gerekmektedir. Atık suları arıtılma işlemi yapıldıktan sonra Marmara Denizi’ne verilmeli, tarım ve hafriyat malzemeleri denize boşaltılmamalı, tarım alanlarında iyi tarım uygulamaları ile gübre kullanımı kontrol altına alınmalı ve dere yataklarının yeşil koridora dönüşmesi sağlanmalıdır.*

Ne kadar vahimdir ki, Marmara Denizi’nde yaşanan bu ekolojik felaketin araştırılması için verilen önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Herhalde onların bildiği, bizim bilmediğim bir şeyler var diyeceğim ama sebebi belli. Önerge kabul edilirse Kanal İstanbul yapılamaz o yüzden reddetmek işlerine geliyor. Bunun üzerine Kanal İstanbul’u yapmaya kalkarlarsa Marmara Denizi bunu kaldıramaz, o zaman vay halimize…

*https://www.indyturk.com/node/359086/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/deniz-salyas%C4%B1-marmara-denizini-tehdit-ediyor

Post-Dijitalleşme

Pandemiyle birlikte hepimizin hızlı bir şekilde dijitalleşmesi, yeni kavramları daha kolay anlamamıza neden oldu. Alışverişimizin, çalışma düzenimizin ve hatta sevmelerimizin-sevilmelerimizin bile dijitalleştiği bu döneme “post-dijitalleşme dönemi” deniyor. Dijitalin hayatımıza şekil verdiği düzen de diyebiliriz. Bu çağ nesnelerin interneti (IoT), ses teknolojileri, yapay zeka ve gerçeklik teknolojilerini (AR, VR, MR) içinde barındırıyor.

Post-dijitalleşme döneminin en önemli özelliklerinden bir tanesi de hız. Dijital dönüşüm ile teknolojinin gelişme hızı da arttı. Yakın zamanda hayata geçen bir projede insan beyni kablo bağlantısına ihtiyaç duymadan bilgisayara bağlandı ve beyin mesajları bilgisayara iletildi. BrainGate teknolojisiyle katılımcılar düşünce gücüyle bilgisayara komut verebildi. Facebook’ta post-dijital çağa ayak uydurarak, düşünceleri doğrudan yazıya dökebilen bir teknolojinin üzerinde çalıştığını açıklamıştı. Farkındaysanız her geçen gün biraz daha teknolojiyle iç içe yaşamaya alışıyoruz.

Sürekli çevrim içi olmak post-dijitalleşme çağının başka bir özelliği. Hayatımızın her anında internet ile temas halinde olmak, anı kaçırmamak işin özü. Her şeyin hızla değiştiği bu dönemde müşterilerin beklentileri de çok yüksek. Tüketiciler özgür olmak istiyor ve anlık beklentilerine uyum sağlayan markalarla hayatlarına devam ediyorlar. Eğer müşteri istediğini bulamıyorsa yola başka biriyle devam etmekten hiç çekinmiyor ve bu da yeni nesil tüketim yolculuğunun bir parçası haline geliyor. Bir açıdan da tüketicilerin değişen davranış şekilleri iyi ürün ve hizmetlerin çoğalmasına, daha iyi tasarımlara, zamanında dağıtım hizmeti verilmesine neden oluyor.

Post-dijital dönemin en büyük oyuncuları Y ve Z kuşağıdır. Bu çağa öncülük eden, tüketici davranışlarını değiştiren esas Z jenerasyonu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Z kuşağı teknolojinin içine doğmuş, sorgulayıcı, bilgiye çabuk ulaşmayı isteyen, hayatını internet ile geçiren kişilerdir. Farklı bakış açılarıyla markaların eşsiz müşteri deneyimini yaşatmasını isteyen ve yeni nesil tüketim alışkanlıklarına yön veren Z kuşağı post-dijital çağın en önemli unsurlarındandır.

Koronavirüs ile birlikte mesafelerin artması, sokağa çıkma yasakları teknolojiyle daha çok haşır neşir olmamıza sebep oldu. Dijitalleşme hepimizin kişisel gelişimize katkıda bulunmuştur. Bundan sonraki süreçlerde markalar gelişen teknolojiye ayak uydurarak rakiplerinin önüne geçmek için çeşitli stratejilerle müşterilerine yaklaşmayı tercih edecektir. Bakalım ilerleyen post-dijital dönem bizlere neler gösterecek…

Zeugma’nın Bilinmeyen Yanları

2019’un Aralık ayında arkadaşlarla Gaziantep’e gitmeye karar verdik. Amacımız gurme turu yapmaktı. Beyrandan kebabına, katmerinden küşlemesine kadar listemizdeki tüm tatları denedik ve çok keyif aldık. Antep’e gelip 2011 yılında açılan ve bu zamana kadar 1,5 milyon kişiyi ağırlayan Zeugma’yı görmeden dönmek tabii ki olmazdı.

Zeugma, Gaziantep’e bağlı Fırat nehrinin yakınında bulunan bir antik kent. Büyük İskender ile başlayan kronolojik tarihi Türk topraklarında son bulmuş. Dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Zeugma Mozaik Müzesi’ne girdiğinizde koskoca bir geçmişle karşılaşıyorsunuz. Yunan-Roma dönemine ait çeşmeler, mozaikler, Mars heykeli ve müzenin simgesi haline gelen Çingene Kızı heykeli gibi birçok eser yaklaşık 30.000 m² bir alanda sergileniyor.

Tarihi öneminin yanında çok özel kullanılmış cam mozaiklerine sahip olan Zeugma, dünyada 13 renk skalasına ulaşmış tek mozaik müzedir. Bu kadar değerli parçaların bulunduğu bir müze maalesef illegal işlere karışan kişilerin dikkatini çekmiş ve bazı mozaikler çalınmıştır. 2011 yılında, Ohio’nun Bowling Green State Üniversitesi koridorlarını süsleyen mozaikler, Zeugma’nın Çingene Kızı mozağinin bordüründen çalınan parçalar olduğu ortaya çıktı. Çalınan 12 parça mozaiğin 1965 yılında kaçak kazılar sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’ne götürüldüğü tahmin ediliyor. Bu arada kaçırılan parçalar için yaklaşık 5,5 sene görüşüldü ve sonrasında eserler olması gereken yere “evine” iade edildi.

Şu anda Zeugma Antik Kenti’nin 2/3’ünü aslında görebiliyoruz çünkü 1/3 Birecik Barajı Gölü’nün altında kalmıştır. Dolayısıyla Antik şehrin caddeleri, sokakları,  tiyatroları, hamamları toprağın altında bulunmaktadır. Bir kaç gün önce okuduğum bir habere göre, Gaziantep Belkıs Mahallesi eteklerinde 2.000 senelik mozaik gün yüzüne çıkmış. Resmi görünce çok şaşırdım ve ne kadar büyük bir zenginliğe sahip olduğumuzu tekrar hatırladım.

Zeugma’nın bize ne anlatmak istediğini öğrenmek isterseniz ya da daha önce gittiyseniz  hafızalarınızı tazelemek adına online olarak müzeyi ziyaret edebilirsiniz. Şimdiden iyi gezmeler:  http://www.zeugma.org.tr/sanaltur.aspx

19 Mayıs’lar Önemlidir

Bugün 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı. Tarihler 16 Mayıs 1919’u gösterdiğinde Mustafa Kemal Atatürk İstanbul’dan ayrıldı ve 19 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile Samsun’a ayak bastı. O zamanlar Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının, Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüm noktalarından biri olabileceğini kim bilebilirdi. 19 Mayıs Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı olmakla birlikte bağımsızlığımıza adım attığımız gün olarak kabul edilir. 

Cumhuriyet kurulur, yıllar geçer. Bir çay sohbetinde Mustafa Kemal’e doğum gününü sorarlar. Suratında hatırlamadığını ifade eden bir mimikle ” Bana bunu sormayınız, bilmiyorum der”. Bir süre düşünür ve sonra “Samsun’a çıktığım günü kutlayınız der”. Atamızın dediği gibi küllerimizden doğduğumuz şanlı tarihimiz 1919’da Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkıp Anadolu ateşini yakmasıyla başlamıştır. 

Atatürk’ün, hem milli mücadelemizin başladığı hem de kendi doğum günü olarak kabul ettiği 19 Mayıs’ı neden gençlere armağan ettiğini biliyor musunuz? Gençlere güveni tamdı ve her seferinde bunu dile getiriyordu. Kurtuluş Savaşı zamanı Türk milletini ileriye taşıyacak fikirlerin gençlere ait olduğunu düşündüğü için gençlere büyük önem verirdi. “Bütün ümidim gençliktedir. Biz her şeyi gençlere bırakacağız. O gençlik ki, hiçbir şeyi unutmayacaktır. Gelecek umudunun ışıklı çiçekleri onlardır ” diyordu. 

Yazımın son bölümünde ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sini hatırlatmak isterim. “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebed muhafaza ve müdafaa etmektir. “

Ben Atamızın bize gösterdiği yolda ilerleyeceğime ve ülkeme sahip çıkacağıma söz veriyorum. Sizinde benimle aynı düşüncede olduğunuza inanıyorum.

Aman Kullandığınız Kelimelere Dikkat!

Çalışırken, yemek yaparken, sohbet ederken, kendi kendimize konuşurken birçok kelime kullanıyoruz. Farkında olmadan bazılarını yerli, bazılarını da yersiz kullandığımız oluyor. Ağzımızdan çıkan her sözcüğün zihnimizde bir yeri vardır. Sahip olduğumuz düşünceler aklımızdan geçen kelimelerle hayatımıza yön verir. Dün kullandığımız, bugün söyleyeceğimiz sözler yarınımızı belki de önümüzdeki yıllarımızı etkileyebilir.

Çocukken ailemiz tarafından duyduğumuz kelimelerin hayatımızı ve inançlarımızı etkilediğini biliyor muydunuz? Mesela sofra adabımızda “Tabağındakini yemezsen arkandan ağlar” diye kalıplaşmış bir cümle vardır. Ya da “Hava karardıktan sonra sokağa çıkılmaz” diye büyütülen çocukların uzun bir süre bu kelimeler yüzünden hayata bakış açılarını olumsuz etkilediği tespit edilmiştir. Öğretilmiş kalıplara körü körüne inanmak ve bu inançlarla yaşamak doğru değildir. 

Mesela şu an okumayı bırakın ve aklınızdan geçen ilk kelime yada kelimeleri düşünün. Bu kelimeler size neyi çağrıştırıyor? Aklınızdakilerin hayata geçmesini ister miydiniz? 

Zihninize verdiğiniz her mesaj size aynı şekilde geri dönmektedir. Mutlu ve huzurlu bir hayat istiyorsanız aklınızdan neşe dolu düşünceler geçirmelisiniz. Yaşamımızda geçirdiğimiz iyi ve kötü her şey zihinsel düşünce kalıplarının bir sonucudur. Öncelikle kendinizi iyi tanımanız gerekmektedir. Sizi olumlu düşünmeye yönlendiren ve tedirginlik yaratan, kaygılandıran düşünce kalıplarınızı belirleyin. Bu kelimeleri gün içerisinde ne kadar kullandığınıza kulak verin. En çok kullandığınız kelimelerin listesini çıkarın ve sizin hayat kalitenizi nasıl etkilediğini gözlemleyin. Çıkan sonuç eminim ki, kullandığınız kelimelerin yaşamınızla uyuştuğu yönündedir. 

Kelimelerinizi ve düşüncelerinizi değiştirmeye istekli olun ve yaşamımızın değişmesini izleyin. Yaşamınızı denetim altına almanın yolu sözcük ve düşünce seçiminizi denetlemekle gerçekleşir. Sizden başka hiç kimse sizin zihninizden geçenleri bilemez.* Hayattan keyif almak istiyorsanız kullandığınız kelimelere dikkat edin ve zihinsel düşünce kalıplarınızı gözden geçirin!

*Louise L. Hay, Düşünce Gücüyle Tedavi, 16

Yeni Çalışma Düzeni: Dijital İş Yeri

Dijital dönüşüm kavramıyla çok önceden tanışmıştık fakat bu kelimeleri herkesin öğrenmesi ve anlamlandırması pandemiyle birlikte oldu. Alışveriş yapma tercihlerimiz, birbirimizi görme şekillerimiz ve hatta çalışma düzenimiz bile farklılaştı.

Verilerin dijitalleşmesiyle birlikte, dünyanın neresinde olursanız olun istediğiniz yerden istediğiniz şekilde işlerinizi yürütebilmeye dijital iş yeri diyoruz. Bulut bilişim sistemiyle çalışma ortamınız bulunduğunuz yer oluyor. Aslına bakarsanız, imkanları kolaylaştıran ve hızlı bir şekilde süreçleri yönetebileceğimiz bir çalışma düzeni. Bir çok firmanın teknolojik alt yapı olarak bu sisteme uygun olmadığını pandemiyle birlikte öğrenmiş olduk. 

Peki dijital iş yerine ne kadar hazırdık ve bu çalışma düzeninden mutlu muyuz? Dijital satış ve pazarlama alanında çalışan biri olarak, Türkiye’nin bu geçişe hazırlıksız yakalandığını söyleyebilirim. Teknoloji firmaları ve dijitalleşen şirketler bu sürece kolayca adapte olup, yollarına devam ettiler. Teknik yeterliliğinin ve sistem alt yapısının el vermediği firma çalışanları ise korona olma riskini göze alarak bilfiil iş yerlerine gittiler. Dijital iş yerine hazır olmayan ama geleceği düşünerek yatırım yapan işletmeler en doğru kararı aldıklarını şimdi görebiliyorlar.

Çoğumuzun 1 sene önce tanıştığı uzaktan çalışma iş modeli kısa süreli herkesi mutlu etti. Trafik olur diye erken kalkmalarımızın olmadığı, mesai saatinden 10 dakika önce bilgisayarı açtığımız ve keyfimizi kaçıran kişilerden fiziki olarak uzaklaştığımız bir dönem hepimize iyi geldi. Korona vakalarının artması ve yasakların devam etmesiyle bazı firmalar önümüzü göremiyoruz evden çalışmaya devam ediyoruz derken bazı şirketler ise ömür boyu uzaktan çalışma kararı aldılar.

Evet, teknolojinin ve iletişim kitle araçlarının gelişmesiyle verilere ulaşım ve verilerin güvenli bir şekilde işlenmesi yeni çalışma düzenine geçişi kolaylaştırdı ama başka bir sorunla karşı karşıya kaldık; çalışanların motivasyonları ve psikolojisi.Yüz yüze iletişimin dijitale dönmesi çalışanlar ve yöneticiler arasındaki bağı olumsuz etkiledi. Başrolde yaratıcılığın olduğu inovatif projelerin, bu dönemde planlanandan daha uzun sürede hayata geçtiği belirtiliyor. Yeni işe başlayan kişilerin sanal bir ortamda şirketi ve çalışma arkadaşlarını tanıması, işi öğrenme sürecini daha da zorlaştırabiliyor. Yöneticilerin “nasıl olsa evden çalışıyoruz şu işi de bitiriver bugün” söylemleri normal çalışma saatlerini fazlalaştırıyor. Dolayısıyla sosyalleşmeyi içinde barındıran fiziksel ofis ortamını özleyenler iş yerinin dijitalleşmesinden pek mutlu değil.

Yapılan araştırmalara göre, pandeminin azalmasından sonra insanların %12’si evden çalışmaya devam etmek istediğini belirtmiş. Çoğu kişi tam zamanlı ofise dönmeyi ya da evden çalışmayla ofiste çalışma arasında denge kurmayı tercih ediyor.*

Son zamanlarda ülkece yaşadığımız zor günler hepimizi korkutuyor. İlerleyen günler ne gösterecek bilinmez tabi ama Covid-19 sonrası, sıcak kanlı bir millet olarak insanların iş yerlerini sadece işe gittikleri bir yer olarak görmeyecekleri, çalışma arkadaşlarıyla sosyalleşmek, “bir araya gelme” mekanı olarak göreceklerini düşünüyorum. Benden söylemesi…

 *https://www.gensler.com/blog/most-people-want-to-return-to-the-office-but-expect-changes