Blog

Dünyanın İlk Çocuk Bayramı

23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve aynı zamanda yeni bir dönemin başlangıcıdır. Türk milleti varını yoğunu ortaya koyarak düşmanla savaşmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasında önemli bir rol oynamıştır.

Aslına bakarsanız 23 Nisan’ın bu kadar renkli ve heyecanlı kutlanmasının başka bir sebebi daha var. Mustafa Kemal Atatürk çocukları çok severdi ve onlara karşı hep samimi ve içten davranırdı. Kurtuluş Savaşı’nda çok fazla öksüz ve yetim kalan çocuk olmuştu. 1921 yılında Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni kurarak (diğer bir adıyla Çocuk Esirgeme Kurumu), korumaya ve yardıma muhtaç çocuklara sahip çıkıldı. 23 Nisan 1923 yılı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Hakimiyeti Milliye Bayramı töreninde, Mustafa Kemal’in isteğiyle Himaye-i Etfal Cemiyeti Başkanı’na protokolde yer verildi. O tarihten sonra her 23 Nisan törenlerinde Himaye-i Etfal Cemiyeti, Meclis’de yerini alıyordu. Böylelikle 23 Nisan çocuklarla özdeşleşmişti. 23 Nisan’larda bağış kampanyaları düzenlenir, çocuklara destek olunurdu. Bu sayede Himaye-i Etfal Cemiyeti çok kısa sürede birçok çocuğa ulaşıp, düzenli olarak kitap, elbise, gıda ve eğitim giderlerini karşılayabilmişti.*

Mustafa Kemal Atatürk’ün 23 Nisan 1929’da bu bayramı çocuklara armağan etmesindeki sürecin temelleri, yukarıda bahsetmiş olduğum hikayeye dayanıyor. 1979’dan bu yana uluslararası boyuta taşıdığımız milli bayramımız, dünyada çocuklara hediye edilen ve herkesle paylaşılan ilk bayramdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonu sayesinde şehit çocuklarının elinden tutulmasıyla birlikte 23 Nisan’ın tüm dünya çocuklarının bayramına dönüşebileceğini kim tahmin edebilirdi?

*Yılmaz Özdil, Mustafa Kemal, 133,134

#istanbulsozlesmesiyasatir

Gün geçmiyor ki canım Türkiye’m de bizi şaşırtacak şeyler yaşanmasın. Cuma akşamı dostlarla sohbet ederken internetimizin kesildiğini fark ettik ve kendi aramızda yine bir şeyler oluyor ve biz internete ulaşamıyoruz dedik. Cumayı cumartesiye bağlayan saatlerde alınan kararlar hepimizi şok etti. T.C Cumhurbaşkanı kararı ile “İstanbul Sözleşme” feshi ve Merkez Bankası başkanının görevden alınması haberlerini okuyunca, milletçe inanılmaz bir güne merhaba dediğimizi anlamış olduk!

Bu yazımda ele alacağım konu; İstanbul Sözleşmesi’nin kapsamı ve önemi, aynı zamanda içeriğinde neler bulunduğu olacaktır. 2011 yılında imzalanan, 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından kabul edilen “İstanbul Sözleşmesi” kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla ilgili temel standartların belirlenmesini kapsayan uluslararası insan hakları sözleşmesidir. İstanbul sözleşmesi diye geçmesinin de sebebi, 11 Mayıs 2011 yılında İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinde İstanbul’da imzaya açılmış olmasıdır. Türkiye, bu sözleşmeyi imzalayan ilk ülke olarak tarihe geçmiştir.

Tüm dünyaya aile içi ve kadına şiddete hayır demeyi öncü olarak misyon edinen Türkiye’nin şu anda düştüğü durum içler acısıdır. Metni kaleme alanlardan ve sözleşme sürecinde müzakere edenlerden biri olan Prof. Dr. Feride Acar (İstanbul Sözleşmesi İzleme Organı Grevio Eski Başkanı)  “İstanbul Sözleşmesi ileriye atılan bir adımdır. İstanbul Sözleşmesi içerisinde değerlere ters düşen her hangi bir madde yoktur. Kadın ve erkeğin daha eşit olması yönünde yapılan bir sözleşmedir. Sadece Türkiye’ye mahsus değil imzalayan tüm ülkeleri de kapsayan bir insan hakları sözleşmesidir” diyerek açıklamada bulunmuştur.

İstanbul Sözleşmesi 4 ana maddeyi içinde barındırıyor. 

  1. Kadına yönelik şiddeti azaltmak
  2. Şiddete maruz kalan kişileri korumak
  3. Şiddeti uygulayan kişilerle ilgili adil yargılama ve caydırıcı cezalar vermek
  4. Şiddeti önleyici bütüncül politikalarla (siyasi, ekonomik ve toplumsal) bu süreci yönetmek

Dünyanın en iyi, en kapsamlı, en yaptırımcı sözleşmesini bile yapsanız, uygulamadığınız sürece sonuç alamazsınız. 2002 yılında yaşanan ve ülkemizce büyük bir ayıbın örneği olan Nahide Opuz davasını belki de çoğunuz biliyorsunuzdur ama ben yine de sizlerle paylaşmak istiyorum. Kocası tarafından şiddet gören Nahide Opuz, darp-ağır yaralanma ve cinayete teşebbüsten kocasına dava açıyor fakat kocası kanıt yetersizliğiyle serbest bırakılıyor. Kocasının, annesini (Nahide Opuz’un annesi) öldürmesiyle birlikte dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM)  taşınıyor. Bu davada, Türkiye’nin şiddet gören bir kadını savcılığa başvurduğu halde, kocasından koruyamayarak ayrımcılık yaptığı tespit edildi. Türkiye, mahkeme oybirliği ile kendi vatandaşını koruyamadığı için ceza alan ilk ülke oldu! Ülkemizde Nahide Opuz davası gibi, hatta daha da canımızı yakan gerçekler mevcut ve maalesef var olan kanunlarımıza, sözleşmelerimize rağmen biz bunları uygulayamıyoruz bile…

İstanbul Sözleşmesinin içeriğine, insan hakları ve kadın-erkek eşitliği perspektifinden bakılmalıdır. Sözleşmenin itibarsızlaştırılmasıyla birlikte verilen fesih kararı tamamen bir algı yönetimidir. Hükümetin kendince bazı algıları var ama bu çıkarımlar o kadar yanlıştır ki biz bu algı yönetimini nasıl değiştirebiliriz diye düşünmemiz gerekiyor.  İstanbul Sözleşmesinin feshi için yapılan açıklamalarda duyduğum ve üzüntüyle dinlediğim  “siyaseten zorunlu hale geldi” cümlesi beni korkutuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin bilinirliliğinin artmasıyla birlikte destekler ve farkındalıklarda artmış ve aile içi şiddete maruz kalan bireyler kendilerini daha korunaklı hissetmişlerdir.

Tartışmalara neden olan, cinsel yönelimler kavramlarının çarpıtılması oldukça komik ve dar görüşün örneğidir. Cinsiyet, ırk, kimliğimiz ve cinsel yönelimlerimiz ne olursa olsun insan haklarımız elimizden alınamaz, ayrımcılık söz konusu olamaz ve İstanbul Sözleşmesi tamamen şiddeti azaltacak kapsama sahip olduğunu kimse değiştiremez! Sözleşmeden çekilmek Türk toplumundaki kadının yerini ve değerini gösterir.  Meclis iradesini yok sayarak, tek bir erkeğin imzasıyla tüm kadınları ve insan haklarını kapsayan sözleşme elimizden alınamaz. Türkiye’de kadınların seçme seçilme hakkı, Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1930’larda verilirken, biz şu anda 80 yıl öncesine gitmeye gönlümüz el eriyor mu sanıyorsunuz?


Bu arada hukuki usul olarak bilmenizi isterim ki, AİHM Eski Yargıcı Rıza Türmen ” Viyana Antlaşmalar Sözleşmesi’ne göre; sözleşmeden çekilme kararı alındığı zaman 3 ay ihbar süresi bulunduğu, ihbar süresince taraf diğer ülkelerin itiraz hakkının bulunduğu ve çekilemezsiniz diyebileceklerini” bir açık oturumda dile getirdi.


İktidara geldiklerinden beri, kadını 2.planda gördüklerini her fırsatta bize kanıtlayan hükümetimiz, yine yeniden bu geriye gidişimizin yol haritasını kendilerine göre çizdiklerini gözler önüne serdi. 

Baharın gelişini kimse engelleyemeyecek ve #istanbulsozlesmesiyasatir demeye devam edeceğiz!!!

Çanakkale, Cumhuriyet’in Önsözüdür

Bugün Çanakkale Zaferi’nin 106. yıl dönümü. Ünlü şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çanakkale’de üstün güçlere karşı kazanılan başarıya ” Yeni Türkiye’nin önsözü” cümlesiyle yazıma başlık atmak istedim. Kurtuluş Savaşı öncesi, yazılan büyük destanın kısaca hikayesini okumaya hazır mısınız?

Tarihler 25 Nisan 1915’i gösterdiğinde, sahne Gelibolu Yarımadası’ndaydı ve bu sefer söz konusu olan başka bir savaştı. I. Dünya Savaşı’ydı ancak Türklerin karşısında Balkan ülkeleri değil, süper güçler vardı. İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rus İmparatorluğu) Türklerin su yolu olan boğaza girmeye çalışıyorlardı. Türkler felaketin eşiğindeydiler, son ve tek bir müdahale onları yerle bir edebilirdi. Boğaz bağlantılarından ilki Çanakkale Boğazı, her an kuşatma altında kalabilir hatta Gelibolu Yarımadası yok olabilirdi.*

Mustafa Kemal, Gelibolu Yarımadası’nın Maidos (Eceabat) ‘ta yer alan 19.bölüğün komutanıydı. İtilaf Devletleri’nin boğazlardan yararlanma planından haberdar olan Mustafa Kemal, Gelibolu Yarımadası’ndan Osmanlı’nın başkentine yöneleceklerini tahmin ediyordu. Vizyoner bakış açısına sahip olan 19. bölüğün komutanı Mustafa Kemal, sabah 05:30’da boğazlardan az ötede dik bir tepe olan Conk Bayırı dolaylarında süpriz bir manevra için askerlerini alarma geçirdi. Bu şekilde Gelibolu Muharebesi başlamıştı. Böylelikle bu savaşta bir şarapnel parçası Mustafa Kemal’in kalbinin yanına isabet etti. Bu bir kader miydi yoksa bir son muydu? Şarapnel parçası yalnızca cebindeki saati parçaladı ve günümüzde bile konuştuğumuz, Türkiye Cumhuriyeti’nin şanlı tarihinin bir parçası olarak anılarda bu olay yer aldı. *

Çanakkale’yi geçemeyen düşman Gelibolu üzerinden saldırmaya başladığında yazımın başında da belirttiğim gibi tarihler 25 Nisan 1915’i gösteriyordu. Mustafa Kemal’in ağzından o meşhur emir çıkmıştı bile: “Size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” Çanakkale’de uzunca bir süre devam eden deniz zaferi, kara zaferiyle de taçlandırıldı. Lise yıllarında Çanakkale Şehitler Abidesi’ni ziyaret etmiştim. Fakat 2011 yılında ağabeyimin askerliği nedeniyle Çanakkale ve Gelibolu’yu yaşayarak gezme fırsatına erişmek bana çok şey kattı. Vatanını canla başla korumak için ölmeyi göze alan Mehmetçikleri ve tüm dünyanın benimsediği “Çanakkale Geçilmez” sözünü iliklerime kadar hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum.

Mustafa Kemal Atatürk, “zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” demiştir. Çanakkale Savaşı, Türk Milleti’nin uluslaşma sürecinin bir başlangıcı ve aynı zamanda Kurtuluş Savaşı adımlarının atıldığı yerdir. Milli mücadeleyi kurtaran ruhlar, o topraklarda bir ulusun kaderini değiştiren kahramanlık destanını orada yazmışlardır. 

Mücadele zincirimizin mihenk taşı olarak adlandırılan Çanakkale Savaşı’nda vatanı için canları pahasına savaşan Mustafa Kemal Atatürk ve askerlerimizi bir kez daha saygı, minnet ve duayla anıyorum…


* Emil Lengyel, Büyük Türk 2009, 45, 47, 48

Gerçek Kriz Öyküleri I

Son yıllarda yaşanan siyasi, sosyoekonomik ve sağlık krizlerindeki artışlar, toplumumuzun gelişimini ciddi anlamda etkilemeye başladı. Dünyada ve komşu ülkelerde meydana gelen değişimlere Türkiye’nin uyum sağlamada gecikmesi, krizlerin şiddetinin artmasına neden oldu. 

Ben 2012 Bahçeşehir Üniversitesi Küresel İşletmecilik ve Pazarlama yüksek lisans mezunuyum. Derslerimizden bir tanesi kriz iletişimi idi ve bu derste dünyada yaşanan bir çok krizi ele alarak projeler yapmıştık. Her hafta iple çektiğim ve oldukça faydalı bilgiler öğrendiğim konuların başında gelir benim için “Kriz Yönetimi”. O yüzden kriz başlığı altında birçok vakayı sizle paylaşmak için bir okuma serisi hazırlamayı planladım, umarım keyif alırsınız. 

Öncelikle kriz kelimesini nasıl tanımladığımızı ve nelere sebep olabileceğinden kısaca bahsetmek istiyorum. Kriz, iç veya dış çevreden gelen olumsuz etkiler sonucu, kurumların mevcut denge durumlarını kaybetmesidir. Yeni bir denge noktasına gelinceye kadar geçen süre içinde yaşanan belirsizlik, yöneticileri paniğe sokabilmekte, çalışanlarda kaygı ve güvensizlik duygularını ortaya çıkarabilmektedir. Bu ortam, kargaşaya ve çalışanların iletişim kopukluğuna sebep olmakla birlikte, işletmelerin sonunu getirebilmektedir. 

Kriz iletişimi kaynaklarında, 1982’de yaşanan “Tylenol Krizi” bu alanda bir çok akademik çalışmanın başlamasına neden olmuştur. 30 Eylül 1982 yılında Şikago’da (Chicago) “Tylenol” ilacındaki kapsüllere bulaşan siyanür nedeniyle 3 kişinin hayatını kaybetmesi, Tylenol üreticisi olarak Johnson & Johnson için büyük bir krize neden olmuştur. 

Kısa bir sürede hayatını kaybeden kişi sayısının 7’ye çıkması, şirketin piyasa değerinin düşmesini de tetiklemiş oldu. Johnson & Johnson üst yönetimi, krizin ilk şokunu atlattıktan sonra, Tylenol şişelerini sadece Şikago’da değil tüm eyaletlerden toplatarak krizi çözdü. Ve hiç tereddüt etmeden şirket “Değerler Metni” nde yer alan kuralları uyguladı, halkın sağlığını ön planda tutarak hareket etti. Johnson & Johnson firmasının “Değerler Metni” nin ilk maddesi şöyledir:  “Bizim şirket olarak birinci önceliğimiz doktorlara, hemşirelere, hastalara, annelere ve bizim ürünlerimizle hizmetimizi alan herkese karşı olan sorumluluğumuzdur”. Johnson & Johnson Tylenol krizi, sadece etik olarak hareket edilip çözülen bir vaka olmamakla birlikte, aynı zamanda olayın kötü sonuçlarını da önceden tahmin edebilecek ve ona göre aksiyon alabilen bir yönetim kadrosunun olmasından dolayı, kriz iletişim yönetimi örneklerinin başında gelmektedir.

Bu vakadan da anlayacağınız üzere, kriz yönetiminde dikkate alınacak bir kaç husus vardır. Bunların başında; krize neden olan şirket veya şahıs halka her türlü bilgiyi açık olarak sağlaması gerekmektedir. Krize sebep olan (bu vakada ilaç) her ne ise hemen toplatılmalı ve sabotajları engelleyici önlemler alınmalıdır. Kriz iletişim yönetimindeki ikinci aşamayı başlatma konusundaki bilgilerimi, bir sonraki kriz yönetimi başlıklı yazımda yine bir örnekle ele alacağım. Şimdiden sabırsızlanmaya başladığınızı hisseder gibiyim 🙂

Emekçi Kadınlar Günümüz

Kadınlar Günü tüm dünyada 8 Mart’ta kutlanıyor. Peki Dünya Kadınlar Günü’nün resmi kayıtlara göre Dünya Emekçi Kadınlar Günü olduğunu biliyor muydunuz? Aslında 8 Mart ile ilgili bilmediğimiz bir çok şey var. O yüzden bu yazımı hem tüm emekçi kadınlar adına hem de bilmediklerimizi öğrenmek için yazıyorum.

Dünya Kadınlar Günü’nün tarihçesi işçi haklarına dayanıyor. Pek çok tartışmaya ve iddialara neden olan bugünün tarihçesini incelemek istedim. Gerçek kaynaklara ulaşmakta zorlanmadım dersem yalan söylemiş olurum. En eski tarihli bilgiyi baz alırsak, 8 Mart 1857 yılında New York’ta tekstil fabrikasında grev yapan bir grup kadın işçilere polis saldırısını görüyoruz. İşçiler fabrikaya kilitlenmiş ve çıkan yangın sonucu, kurulan barikatlardan kurtulamayan kadınların hayatını kaybettiğini biliyoruz. Grev sonrası çıkan yangında 120 civarı kadın işçinin ölümü, tarihe geçen ilk vaka olarak kaydediliyor. Yapılan yeni araştırmalara göre, sonraki senelerde işçi kadınların haklı mücadelelerinin kaynağının 1857’de yaşanan olay olduğunu, yani ilk fitilin ateşlendiği tarihi unutmamanızı sizden rica edeceğim.

Paris’te 1889 yılında ” Kadının Kurtuluşu İçin! ” Uluslararası İşçiler Kongresinde çağrıda bulunuluyor. Fakat kadın hakları savunulması reddediliyor. 1908’de yine New York’ta yaşanan, 15.000 emekçi kadın çalışanın daha az mesai saatlerinde çalışmayı talep etmesi ve daha yüksek maaş istemesi üzerine de, bugün hepimiz 8 Mart’ın tohumlarının atıldığını bu tarih olarak kabul ediyoruz. 1910 yılında, Danimarka’nın Kopenhag şehrinde, Almanya Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara Zetkin, 1857 yılındaki yangında hayatını kaybeden kadınların anısına 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını öneriyor. Bu sefer, bu haklı mücadeleyi kazanan kadınlar oluyor ve oy birliğiyle 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul ediliyor.

1975’de Birleşmiş Milletler Dünya Kadınlar Günü’nü biraz geçte olsa kabul ediyor! O tarihten sonra her yıl özel bir tema belirlenmeye başlanılıyor. Şu anda bir çok ülkede Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanan 8 Mart aynı zamanda çoğu ülkede resmi tatil olarak da sayılıyor. Kronolojik sırayla bakıldığında; bu bir protesto mu yoksa kutlama mı diye insan bir düşünüyor. Bana sorarsanız kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması için başlayan haklı protestosunun uzun bir süreç sonucu tüm dünyaca tanınan kutlamaya dönmesi beni gururlandırıyor. 

8 Mart sadece emekçi kadınları hatırladığımız bir gün olarak kutlanmamalı. Kadın hakları, kadın-erkek eşitsizliği, kadına şiddet gibi konulara da vurguda bulunabileceğimiz bir gün olmalıdır. Bu arada Dünya Erkekler Günü yok sanmayın. Her yıl 19 Kasım, belli ülkelerde Dünya Erkekler Günü olarak  kutlamalara sahne oluyor. Lakin Birleşmiş Milletler tarafından resmi bir gün olarak henüz tanımlanmamış ?

Yazımı sonlandırırken; belki de çoğunuzun izlediği ama alt metnin çok net olduğu bu seneki Kadınlar Günü reklam filmini sizlerle paylaşmak istiyorum. Demet Evgar ve dokunuşları oldukça başarılı:https://www.youtube.com/watch?v=0JvQJc6rnWc

O zaman şimdiden 8 Mart Emekçi Kadınlar Günümüz kutlu olsun!

Dijital Diktatörlük Çağı

Bu zamana kadar yaşadığımız bir çok soğuk savaş sonrasında küresel normların değişmesiyle birlikte dijital diktatörlük kavramı ile esasında yeni tanışıyoruz. Ülkelerin sosyoekonomik yapıları ve askeri alanlarının gelişmesi, kitle iletişim araçlarını da daha etkin kullanmasına neden oldu. Aslında çok önceden bu süreç kendini göstermeye başlamıştı. Küreselleşen dünya şartlarıyla, dijital dönüşümün ayak sesleri gümbür gümbür geliyordu. Asıl önemli olan soru şu: biz bunu ne zaman farkına varacaktık?

Yazımı okurken, Black Mirror dizisini izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. 3.sezonun ilk bölümünün adı Dibe Vuruş ve insanlar akıllı cihazlarıyla birbirlerini puanlıyorlar. Kullanıcıların gözlerindeki aygıt sayesinde insanların kaç puanları olabildiğini görebiliyorsun. Bu bölümde insanların hep daha yüksek puan alma maceraları işleniyor ve ne pahasına olursa olsun sosyal refahını arttırmaları için insanoğlunun neler yapabileceği gerçekleriyle bizi baş başa bırakıyor. Senaristler, dizinin tüm bölümlerinde şu an belki de olmayan ama ileride kesin olacak günlerimizi tek tek ve korku dolu gözlerle bizlere izletiyorlar. Sıkı durun, yukarıda bahsettiğim 3.sezonun ilk bölümünü zaten Çinliler 2014 yılında tasarlaya başlamıştı desem, ne dersiniz?

2014 yılından itibaren Çin Halk Cumhuriyeti, tüm vatandaşlarını sosyal kredi sistemi alt yapısına hazırlamış ve bu şekilde ülkesinde yaşayan insanları kontrol altına almaya başlamıştı. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, iç güvenlik devlet politikasını geliştirerek yapay zeka ile yüz tanıma, yaş, ırk, cinsiyet gibi özellikleri sistemine işlemeye başladı. Bu arada küçük bir dip not vermek isterim ki; dünyada en çok kamera sayısı Çin Halk Cumhuriyeti’ndedir.

2017’de BBC haberinde ele alınan bu konu deney yoluyla iç güvenlik politikasının nasıl işlediğini açıklıyor.* Yani dijital diktatörlük çoktan başlamıştı ve Türkiye olarak bizim belki de haberimiz yoktu. Kısacası, dijital diktatörlük insanların yapay zeka teknolojisini kullanılarak kendi sosyal puanlarının arttırılmasına verilen addır.

Şimdi durup düşününce, koronavirüsün ilk başladığı Wuhan şehrinin Çin’de olması ve tüm dünyayı sarmasına rağmen virüsü en çabuk kontrol altına alan ülkenin yine Çin Halk Cumhuriyeti olması sizlere de artık şaşırtıcı gelmiyor umarım ??‍♀️

*https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41693643

Gözlerinin Ardında

Yine bir hafta sonu yasağı ve yine bir günde bitirilen diziler. Normalde Netflix’in Bugünün Top 10 Listesini ciddiye almayan biriyim. Çünkü Türkiye’yi baz alan o listenin benim izleme geçmişimle örtüştüğünü düşünmüyorum ama bu hafta Gözlerinin Ardında diye bir mini dizi gelmiş Netflix’e, izleyelim mi dedi Ezgi (26 senelik dostumdur) bizde ee hadi izleyelim dedik.

6 bölümden oluşan ve bir solukla bitirmek istediğimiz bir dizi olabileceğini hiç düşünmemiştim. Normalde ben bir şeyler izlerken yorum yapıp azar işitenlerdenim ? İnanamazsınız Ezgi bile ki en çok bu konuda azar işittiğim kişidir kendisi o benden çok yorum yaptı ? Çünkü süpriz sonlu bu dizi ilk 15. dakikasından itibaren sizi hikayenin içine sürüklüyor.

Eğer ki iyi bir dizi izleyicisiyseniz ve konusu gizemli olan kitap uyarlamalarını seviyorsanız tam size uygun bir öneriden bahsediyorum. Şimdiden bahsetmek isterim ki hafif gerilim azcık da dram söz konusu. Oyunculuklar efsane! Ben en çok Robert Aramayo’ya bayıldım. Kendisini Game of Thrones’da Ned Stark’ın gençliğini oynarken görmüştük ama esas Mindhunter’da Elmer Wayne Hen Hanley Jr adlı Amerikan seri katili oynadığı performansıyla benim gönlümü fethetmişti. Diziyle ilgili spoiler vermeden sadece konusu ve oyuncu kadro seçiminden bahsedeceğim o yüzden yazımı sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim.

Behind Her Eyes yani namı değer Gözlerinin Ardında 2017’de Sarah Pinborough isimli yazara ait bir kitap uyarlaması. Netflix de bu güzel konuyu almış başarılı oyuncularla mini dizi haline getirmiş. İngiltere ve İskoçya’da geçen diziyi sevmemdeki sebeplerden bir tanesi de İngiltere’de ki günlerimi hatırlamam olabilir. Çünkü çekimler Londra, İskoçya ve Brighton’da yapılmış. Görsel olarak The Crown’dan sonra beni Birleşik Krallık’a tekrar oraya gitme özlemini ortaya çıkaran ikinci dizimdir.

İlk bölümün 3. dakikasında geçen Macallan da neymiş diye arama motoruna benim gibi sorabilirsiniz. Ama viski sevenler bunu zaten biliyor olacaklar, bu da benden küçük bir spoiler olsun 🙂 Dizinin konusuna geri dönecek olursak; barda hoş bir tesadüfle tanışan Louise ve David’in, Adele (David’in eşi) ile imtihanı diyebiliriz. 6 bölüm içinde gece terörü diye bildiğimiz uyurgezerlik mi ararsın, bilinçaltını kontrol ederek rüyana müdahale mi ararsın, astral seyahatler mi ararsın, uyuşturucunun kötülüğünü mü ararsın, her şey var. Ne varsa koymuşlar mübarek.

Sözün kısası; benim gibi sürükleyeci hafif gerilimli, akıl almaz olayları seven bir seyirciyseniz mutlaka izleyin derim ve yorumlarınızı da heyecanla bekliyor olacağımı bilmenizi isterim…

Biz Değişmezsek İklim Değişecek!

Bugün yapılan iklim değişikliğiyle mücadele toplantısı ilgimi çekti. Endişe verici bir çok konuyu ele almayı zaten planlıyordum. Haberleri okuyunca iklim değişikliğiyle ilgili küçük bir girizgah niteliğinde bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) raporuna göre; çevre kirliliği nedeniyle her yıl 5 yaş altında 1,7 milyon çocuk hayatını kaybediyor. Dış ortamdaki hava kirleticilerinin çocuk sağlığına etkileri ebeveynlere göre çok daha fazla. Çünkü çocuklarda vücut ağırlığına göre metabolizma hızı ve oksijen tüketimi yetişkinlere göre daha yüksek ve hava yolları daha dar. Çocukların boyları daha kısa olduğu için kirliliğe daha çok maruz kalıyorlar. Bunun gibi bir çok neden daha sıralayabiliriz.*

Hepimiz her şeyin farkındayız aslında. Şubat ayında bir hafta hava sıcaklığı 16, 17 derecelerde gezinirken diğer hafta kar yağıyor, yollar kapanıyor, sel basıyor. Küresel iklim değişikliğinin sonucu olarak Antarktika kıtasında yılda yaklaşık 250 milyar ton erime gözleniyor. Kutuplarda erime bu hızla giderse yüz yılın sonunda deniz seviyesi 65 santimetre yükselerek dünya haritasını sil baştan çizecek. Bu da bazı şehirlerin hatta bazı ülkelerin tamamen sular altında kalmasına neden olabilir.

Doğaya bıraktığımız sera gazları, dünyayı sararak güneşten gelen enerjinin atmosferi aşmasını engelliyor. Ve bu yüzden iklim değişiklikleri oluşuyor. Bilim insanlarının %97’sine göre iklim değişikliği insan kaynaklı. En büyük etkense fosil yakıtlar. Fosil yakıtlardan uzak durmak için, dünya yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliyor. Bunlar rüzgar, güneş, su gibi doğanın karşılayabileceği enerji kaynakları. Türkiye bu enerji kaynakları açısından oldukça zengin bir ülke ama tabi ki doğru bir şekilde kullanılması gerekiyor. Denizdeki balıktan, tarladaki domatesten, havadaki gaza kadar her şey iklimi etkiliyor.

Doğanın dengesini alt üst eden biz, insanlarız. Bunu değiştirmek yine bizim elimizde. Doğayla savaşmayıp, ona sahip çıkarsak her şey bambaşka olabilir. İklim değişikliği sadece havaların ısınması değil canlıların yok oluşu, açlık, sefalet demek. Lütfen sizde buna bir dur deyin. Çünkü doğanın ölümü, insanın ölümüdür.

*Hava Kirliliği ve Sağlık Etkileri Kara Rapor, 2019, 36

Çıplak

Cüneyt Özdemir’in “Aman RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin Bey ve sansür kılıcı görmesin” diyerek gündeme gelen Çıplak dizisi hatırlarsanız geçen aylarda ülkemizde dikkat çekmişti. Blu Tv’de yayınlanan dizi, kısa bir süreliğine yayından kaldırılıp, 18 yaş altı çocuk kilidi uygulamasını aktive ederek ve belli bölümleri kırparak tekrar erişime açtı. Ben de platformda görür görmez izleyenlerdenim.

Senaryosunu Merve Öktem ve Can Evrenol’un yazdığı, başrollerde Müge Bayramoğlu, Ramazan Mert Demir ve Bora Cengiz’in oynadığı “Çıplak”ın ilk sezonu 8 bölümden oluşuyor. Dikkat çeken şey ise tabi ki konusu. Galler’de yaşamak için eskortluk yaparak para biriktiren çıtı pıtı Eylül’ün hayatını anlatıyor.  Bir erkek arkadaş grubunun bekarlığa veda partisine çağrılan Eylül’ün müstakbel damat adayıyla aşk yaşamaya başlamasıyla başlıyor ilk bölüm. Gerçek hayat hikayesinden esinlenerek yazılan bir senaryo, iddialı sahneler ve özgünleştirilmiş oyunculukları izlediğinizde göreceksiniz. Kendi hayatından mutsuz olan ve babaannesiyle yaşayan Eylül’ün ailesiyle ilgili söylediği yalanlara tanıklık ediyoruz bazı sahnelerde. Bir çok konuya parmak basan bölümler de mevcut dizide. Mesela; BDSM (bondage, discipline, sadism, masochism) köle-efendi ilişkisine bağlı seks ilişkisi ve 3’lü cinsel ilişki. 

Hikaye aslında ters köşeyi seviyor ve bu tarz ilişkilerin günümüzde de yaygın olduğunu gözler önüne seriyor. Bir film çekim sahnesinde ünlüler kervanına hızlı bir giriş yapan Melikşah Altuntaş’ı görüyoruz ve son bölümde Bahar Candan’a da yer verilmiş, artık ne gerek varsa ? Müziklerinin hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Jakuzi, Nova Norda ve Ekin Beril’i tüm dizi boyunca dinliyoruz.

Çıplak dizisiyle ilgili en önemli detaylardan birisi, Iphone ile çekilen ilk Türk dizisi olması. Baştan sona Iphone 11 ile çekilerek seyirciyle buluşması bence başka farklı olan özelliklerinden bir tanesi. Düşük maliyetle çekilen ve yola çıkarken sadece Youtube’da yayınlanacağını kabul eden oyuncularla devam eden Çıplak dizisi ekibi, diziyi Blu Tv yayınlamak istediğinde ekibin çok büyük bir sevinç ile haberi karşıladıklarını röportajlarında okudum. Aslına bakarsanız günümüz Türkiye’sinde bu kadar cesurca çekilen ve bunu yayınlayabilecek platform bulmaları takdire şayan. Bu arada son sahneden anlayacağımız üzere 2. sezon gümbür gümbür geliyor, benden söylemesi…

Götür Beni Ay’a!

Dün akşam Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan Milli Uzay Programı tanıtım programında konuştu ve 2023 yılında gerçekleşecek planlarından bahsetti. Tek tek maddeleri sıralayan Erdoğan ilk hedefin 2023 yılının sonunda kendi milli ve özgün hibrit roketimizi Ay’a göndermek olduğunu söyledi. Hem de öyle bir gönderecekmişiz ki sert inişli gerçekleşecekmiş bu gidiş. 2. hedef yeni nesil uydu geliştirme alanında dünya ile rekabet edebilecek ticari bir marka ortaya çıkarmak. Bu markayla dünya uydu pazarında daha fazla pay elde edebilirmişiz! 3. hedef Türkiye’ye ait bölgesel konumlama ve zamanlama sistemi geliştirmek. Böylelikle dışa bağımlılığımız azalacakmış. 4. hedef, uzaya erişimi sağlamak ve bir uzay işletmesi kurmak. Bütün liman işletmelerimiz tam, bir uzay işletmemiz eksikti cidden… 5. hedef uzay havası ya da meteorolojisi olarak tanımlanan alana yatırım yaparak uzaydaki yetkinliğimizi arttırmak. Maşallah, maşallah.

6. hedef yerden takip sistemi Türkiye’yi astronomik olarak gözlemler ve uzay nesnelerinin yerden takibi konularında ileri seviyeye ulaştırmak. Dünya yörüngesindeki nesneleri kayıt altına alıp şoklar içerisinde kalacağız demek ki. 7. hedef, uzay sanayi ekosistemini geliştirmek. Türkiye’de ekosistemi yaratmışçasına bir de uzayda sanayi ekosistemi yaratacağız Allah’ın izniyle. 8. hedef bir uzay teknoloji geliştirme bölgesi kurmak. Buna da tamam. 9. hedef uzay alanında etkin ve yetkin insan kaynağı geliştirmek. Bu konuda bir çok insan çalışmalara katılmak isteyecektir çünkü uzaya ilgi ve alaka yüksek, o yüzden sorun yaşayacağımızı sanmam. 10. hedef; bir Türk vatandaşını uzaya göndermek. Çoğu kişi bunun hayalini kurarak büyümüştür dedi Erdoğan ve şunu ekledi “hatta belki bayanlardan bile ben adayım diyenler vardır”. Bir kere bayan değil KADIN! İkincisi bu cinsiyetçilik söylem niye?

Sanki her şey normalmiş gibi, maaşı yetmeyen evine ekmek götüremeyen vatandaşımız yokmuş gibi, işsizlik yokmuş gibi uzaya gitmeyi planlıyoruz. Her ay yeni bir zam haberiyle güne başlarken, yakında bizden uzay vergisi de almaya başlarlar. 2021 yılında interneti olmadığı için eğitim alamayan öğrenciler varken canım Türkiye’m de, uzaya çıkmak gerçekten çok mantıklı geliyor.

Madem öyle, haydi bakalım uzay yolcusu kalmasın!