Blog

Kendinin Farkına Var

Yaşadığımız hayatların, konuşurken kurduğumuz cümlelerin, içinde bulunduğumuz durumların hep bir anlamı var. Doğduğumuz günden itibaren yaşam mücadelesi veriyoruz. Yemek yemek, tuvalet ihtiyacını gidermek gibi gün içerisinde mutluluk, sevgi, mutsuzluk, öfke ve itiraz gibi duyguları yaşadığımız birçok an oluyor.

Ünal Güner’in yazdığı “Kaderin Yolu” adlı kitap hayatın benim için ne anlama geldiğini sorgulamama neden oldu. Elif’in hayatı çalışmak mı, aile mi, eğlenmek mi, sorumluluk mu, müzik mi yoksa bunların hepsi mi? Aynaya bakıp kendimle sohbet ederken bu hayatta neler istediğimi ve istediklerim için neler yaptığımı kendime ara ara sorarım ve bu benim yolumu çizmemde çok yardımcı olur.

Geçmişle yaşamayı bırakalı çok uzun zaman oldu eğer siz hala yaşıyorsanız bir an önce arkanıza bakmadan geçmişinizden uzaklaşmanızı tavsiye ederim. Çünkü geçmişi dünde bırakan geleceğe umutla bakabilir. Ünal Güner, hayatımızı olaylar, ifadeler, duygular ve rüyalar oluşturuyor diyor, bende kendisine katılıyorum. Bu dört unsur yaşamın yapısını ve bütünlüğünü sağlıyor. Hayatın içerisinde yaptığımız davranışların bir anlamı olduğunu yaşayarak öğrendim ve sizlerle paylaşmak istiyorum.

Eski çalıştığım çalışma arkadaşlarımdan bir tanesi yüksek sesle ve çoğu zaman bağırarak iletişim kuruyordu. Kendisini ve çevresini neredeyse hiç dinlemiyordu. Bu kişiler söylediğiniz şeyleri duymaz, hatırlaması gerekenleri doğru zamanda hatırlamaz çünkü sizi dinlemez. Ve hatta ona söylediğiniz şeyleri söylemediğini iddia edip sizi yalancı durumuna bile düşürür. Bu davranış şekilleri içerisinde bulunan bireylerin böbrek ve mesane sorunları yaşadığımı aslında tek ihtiyacı oldukları şeyin susup dinlemek olduğunu biliyor muydunuz?

Etrafınızda sürekli şikayet eden ve hayattan mutsuz olan insanlar vardır. Şahsen benim birden fazla :). “Ben değil onlar yaptı, ben özür dilemem o dilesin” diyen kişiler, kararlarında esneyemeyen ve kabullenmekte zorlanan bir yapıya sahiptirler. Bu bireyler genellikle safra kesesi, kemik ve mide sorunları yaşayabilir. Bu kişilerin meditasyon yaparak iç seslerini dinlemesi kabullenme yetilerini aktive edecektir. Şahsen benzer yapıya sahip olan tanıdıklarıma hayatlarındaki mücadele şeklini bu yönde değiştirmesini öneriyorum, size de tavsiye ederim.

Geçmişle yaşamayı bir hayat tarzı haline getiren ve “Masumlar Apartmanı” dizisindeki Ezgi Mola’nın canlandırdığı Safiye karakteriyle de bunu gözlemlediğimiz bir davranış şeklinden daha sizlere bahsedeceğim. Anıları hatırladığında rahatsızlık duyan ve yaşamının birçok anında suçluluk hisseden kişiler kendilerini temizliğe ve hijyen konularına adarlar. Dışarısı yani onların dışındaki herkes ve her şey pistir, kirlidir. O yüzden sürekli temizlik yapmak, etrafı temizlemek isterler. Oysa ki temizlemek istedikleri şey geçmişindeki izlerdir. İkili ilişkilerinde eleştirisel ve müdahaleci olurlar. Cilt ve safra kesesiyle ilgili sağlık problemleri yaşayabilirler. Aslında bu bireylerin ihtiyacı olan şey, yanlış olduğunu bildiği tutumları bırakıp akışta kalmayı öğrenmektir.

Hayatta yaşadığınız deneyimlere ve tecrübelere göre bakabildiğinizde farkındalığınız artacaktır. Olayların, ifadelerin, duyguların ve seçimlerin sizi nerelere yönlendirdiğini anladığınızda gerçekten okumaya başlayabilirsiniz. Emin olun bunları yaptığınızda hayattan daha çok zevk alacaksınız, benden söylemesi…

Dijital Medya Yorgunluğu

Büyük küçük hepimizin elinde bir akıllı telefon ve günümüzün çoğunu ekrana bakarak geçiriyoruz. Apple, kullanılan cihazlarda ekran süresini analiz yapıp bildirim yollamaya başlayınca işin ciddiyetini bende fark eder oldum. Cihazınızda kullandığınız tüm etkinlikleri haftalık ve günlük kullanım süresine kadar görebilmek iyi mi kötü mü bilemiyorum tabi. Ben genelde raporu, hangi uygulamayı ne kadar saat ve ne amaçlı bilerek analiz edince anlamlı veriye ulaşabiliyorum. Size de bunu tavsiye ederim yoksa öbür türlü bir akıllı telefonunun kölesi olmuş hissinden kurtulamayabilirsiniz.

Beynimiz küçük yaştan itibaren her şeyi öğrenmeye başlıyor. Bu yüzden beyninize ne gönderdiğiniz çok önemli. Eğer gün içerisinde sosyal medyada fazla vakit geçiriyorsanız zihniniz o arada gördüğünüz resim, yazı ya da video içerikleriyle dolmuş oluyor. İnternet çağında bahsettiğim içeriklere ulaşmak çok kolay fakat önemli olan bu kadar gereksiz bilgiyi neden tuttuğumuz. Eğer işiniz dijital pazarlama üzerine değilse, aktif olarak kullandığınız sosyal medya araçlarından sınırlı bir şekilde yararlanmanızı tavsiye ederim. Faydalı bilgileri beyninize gönderip gereksiz bulduklarınızı silebilirseniz inanılmaz iyi bir yol kat edeceksinizdir. Çünkü beynimize gün içerisinde binlerce gereksiz bilgi yolluyoruz. Beyinde bu bilgileri iyi, kötü diye tasnif edip, önemsizleri de unutmuyor. Dolayısıyla sizin için önemli olan bilgiler eğer arkalarda kalır ise onları hatırlamanız zorlaşıyor ya da unutup gitmesine neden oluyor.

Kendi beyin dilinizi çözümledikten sonra işiniz kolaylaşıyor. Öbür türlü çer-çöp ne varsa hafızada gereksiz şeyler kalması hatırlamanız gereken şeyleri maalesef ki çöp tenekesinde bulmanıza neden oluyor. Beynimizi geliştirmek için birçok metot mevcut. Bunlardan bir tanesi nasıl kullandığımız bilgisayarlar yavaşladığında format atıp daha hızlı çalışmasını sağlıyorsak, sizde beyninize ara sıra format atabilirsiniz. Beynimizin yenilenmeye, yeni ve ihtiyacı olan bilgilerle donanmaya ihtiyacı var. 

Dijital detoks yaparak teknolojinin yarattığı zihinsel yorgunluktan uzaklaşabilirsiniz. Yemek yerken, uyumadan önce ya da sevdiklerimizle birlikteyken bile elimizden bırakamadığımız cihazlarımızdan uzaklaşmak dijital detoksun bir parçasıdır. Eskiden yaptığınız gibi fiziki olarak kitap okumaya, hobilerimizle yoğunlaşmaya veya dışarıda yürüyüş yapmaya özen gösterebilirsiniz.

Sosyal medyada çok fazla uyarıcı var ve siz telefonu elinize alıp bakmasınız bile gelen bildirimlerle teknolojinin içerisine istemesenizde çekilmiş oluyorsunuz. Beyin depomin ve serotonin hormonlarıyla mutlulukla harekete ediyor. Dolayısıyla teknoloji, beynin çalışmasındaki motive unsurları olan bu hormonların zaaflarından çok güzel yararlanıyor. Telefona gelen her bildirim beyni uyarıyor ve o bildirime bakmadan, beğenmeden ve yorum yapmadan rahat etmiyor.

Dijital medya yoğunluğu hepimizde az ya da çok var. Önemli olan yukarıda bahsettiğim unsurlara dikkat edip teknolojinin yarattığı stresi azaltarak, beynimize ara ara format atarak ve dijital detoks yaparak daha sağlıklı bir hayat yaşayabileceğimizin farkında olmaktır.

Karlı Bir İklim Krizi

Bu hafta yurtta kar esareti yaşandı. Hastalar yoğun kar yağışı yüzünden evlerinde mahsur kaldı. Gümüşhane’de kardan yüksek duvarlar oluştu ve 11 saat yol açma çalışmaları sürdü. Bu sırada 7 kez çığ düştü. 29 yıl sonra Antalya’ya kar yağdı. Bir motorsikletli amcanın arkasında kardan adam taşıması sosyal medyada viral oldu. Muş ve Bitlis’de tek katlı evler kar altında kaldı. Ardahan ve Kars’ta tipiden göz gözü görmedi. Anadolu’da ahırlar çöktü ve maalesef hayvanlar telef oldu. Sadece kötü şeyler tabi ki olmadı bu kar yağışında. Bir karakolun bahçesinde yarı yıl tatiline giren çocuklarla askerler kar topu oynadı. Daha sonra üşüyen çocukları askerler karakolda ağırlayarak bizlerde kocaman bir gülümseme yarattılar.

Hava durumu raporları karın yağacağını son bir haftadır belirtiyordu. Spikerler yoğun kar yağışı ve çığ konusunda halkı uyardı. Ama gelin görün ki uzun zamandır böyle bir kar yağışı görmemiş olan megakent bu iklim krizinde biraz zorlandı. 20 milyon nüfuslu şehirde, farklı ilçelerde birçok insan farklı biçimde mahsur kaldı. En çok etkilenen Hadımköy, TEM, E-5, İGA (İstanbul Grand Airport) yollarına çıkan ana arterler oldu. Havalimanından çıkamayan yolculara karton dağıtılarak kontuarlarda, bavul bantlarında ya da buldukları herhangi bir yerde konaklamaları istendi. Doğal olarak insanlar yöneticilere ve havayolu şirketlerine tepki gösterdiler. Hatta yabancı uyruklu yolcular otele yerleştirilmedikleri için “We need hotel” diyerek haklı isyanda bulundular. Bazı yolcuların 9-10 saat apronda bekletilerek uçağın içinde kaldıkları haberleri ekranlara geldi. O kadar saat onca insan uçağın içinde olunca oksijensiz kalınmış ve ara ara kapılar açarak hayatlarına devam ettiklerini haberlerde öğrendik. Röportajı yapan kişiye yolcular, kendilerini bir korku filminde oyuncu gibi hissettiklerini bile söylediler. İGA Turkish Cargo çatısı çöktü ve Allah’tan hiçbir manevi hasar olmadı. İspanyol Gaptek firmasının, kargo binasını yaptığı ortaya çıktı. Bu çökme sonucu kargo binasının geçici bina olduğunu öğrendiğimde İspanyol firma ve ülkem adına daha da utandım. Hadımköy tarafında yolların kapanmasından dolayı 15 saat mahsur kalan vatandaşların isyanlarını telefon bağlantılarıyla hepimiz izledik.

İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu kar yağışı boyunca AKOM’da kalarak karla mücadele çalışmalarını denetledi ve bunları canlı yayın şeklinde hakla paylaştı. Bu davranış bence vatandaşa inanılmaz bir güven verdi. 24 Ocak tarihinde  İBB’nin 1.582 araç ve 7.421 çalışan ile 3 gün boyunca yollarda olduğunu, 1.300 evsiz vatandaşı misafir ettiklerini, sokak hayvanları için 500 noktada her gün 2 tondan fazla mama dağıtıldığını İmamoğlu Twitter hesabından paylaştı. Anbean İstanbul’daki son durumu paylaşan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, muhalefet tarafından söylenenlere cevap vermeyip işine devam etmesi benim için ikinci bir takdire şayan hareketti. Çünkü biliyorsunuz ben kriz yönetimiyle ilgili birçok makale yazdım ve İstanbul’da yaşananda bir iklim kriziydi. Dolayısıyla İmamoğlu’nun saat kaç olursa olsun her şeyi şeffaflığıyla halk ile paylaşımı aynı zamanda söylenenlere kulak asmayıp işinin başında kalarak devam etmesi iyi bir kriz yönetimi örneğidir.

Tüm Türkiye’yi esarete çeviren kar yağışının sadece İstanbul’da yağmışçasına yapılan yorumların bazılarına da katılmıyorum açıkçası. 9-10 saat uçağı apronda bekletmek, 15 saat hatta bazı yerlerde 24 saat yolların açılamaması ve insanların resmen rezil olması ciddi bir problemdir ve bu İstanbul’a hiç yakışmıyor. Yaşadığımız kar krizi, acil plan yönetimlerini gözden geçirmek adına ilgili kişiler için örnek teşkil edeceğini düşünüyorum. Bu arada İmamoğlu’nun kar yağarken balıkçıda yemek yediği fotoğraflarla gündemi değiştirme çabasında olan zihniyetlere de acıyorum. Keşke magazin peşinde koşacaklarına, halkına sahip çıkıp onları daha sağlıklı ve mutlu yaşamak için neler yapabilirizi düşünseler.

#BöylesiniHiçGörmemiştik hashtag’iyle geçirdiğimiz karlı bir hafta oldu. Bugün itibariyle İstanbul’da kar yağışının azalacağı ve şehri terk edeceği belirtiliyor. Umarım İzmir’de kuzey kutbunda olmadığının fark eder. Çünkü İzmir’in havası bu değil hepimiz kat kat lahana misali giyinip dışarı çıkıyoruz 🙂 Herkese bol güneşli günler diliyorum…

Dark Polisiye

Bir hafta önce Dark Polisiye isimli sürükleyici bir kitaba başladım ve bir çırpıda bitirdim. Beni tanıyanlar bilir, cinayetlerin, seri katillerin ve ipuçlarının bol olduğu filmler, diziler ve kitaplar hep ilgimi çekmiştir. O yüzden Dark Polisiye’yi okumadan çok sevmiştim, yalan yok. 🙂

Dark İstanbul Yayın Kurulu tarafından kitap düzenlenmiş ve takdir edersiniz ki ismi de oradan esinlenilmiş. Araştırdıkça şaşırdığım bir konu var ki sizlerle de paylaşmak isterim, Dark İstanbul sadece yazarların bulunduğu bir yayın evi değil. Müzisyen, senarist ve yönetmenler hep birlikte çalışıyorlar. “Eli kalem tutanlar” olarak kalemimizden geldiğince yazıp, çizeceğiz, üreteceğiz diyorlar. Ne kadar güzel bir motivasyon cümlesi ve ekip birlikteliği, bayıldım.

Gelelim kitaplara. Kitaplara diyorum çünkü aslında Dark Polisiye bir seri. Ben ilk kitabı henüz okumadım ama bildiğim kadarıyla o da çok ilgi gördü. Dark Polisiye -Birinci Kitap, tamamen bir çizgi roman. Farklı öykülerden oluşan, yönetmen ve senaristlerle derlenen kitabın, film ve dizi olmak üzere üzerinde çalışıldığını da belirtmek isterim. 

Dark Polisiye -İkinci Kitap ise yakın zamanda çizgi romanlaşacak olup, Türk polisiye edebiyatını iyi kullanan 14 yazarın polisiye öykü seçkilerinden oluşuyor. Öykülere başlamadan önce sizleri noir illüstrasyonlar karşılıyor. Buda okuyacağınız hikaye hakkında ipucu verirken, öyküyü okurken iç kapaktaki görsellerle sizi düşünmeye yönlendiriyor. Ercan Akbay, Osman Aysu, Nurhan Işkın, Çağatay Yaşmut, Doruk Ateş, Önay Yılmaz, Ayşe Erbulak, Kerem Kaş, Banu Akeloğlu, Armağan Tunaboylu, Dinçer Batırbek, Günay Gafur, Tuğba Turan, Cenk Çalışır olmak üzere on dört polisiye yazarı bir arada bulunduran kitabın mottosu “bu şehrin ipuçlarını takip eden bizleriz”.

Bu yola çıkarken ki amaçları yazarlarla birlikte Türk Polisiye edebiyatını sinemayla buluşturmak. Kitapları okuyunca, Türk televizyon ekranlarında gördüğünüzden daha farklı bir vizyonla çalışmaların ve üretimin olduğunu sizde fark edeceksiniz. Bu arada okuyucuların fikirlerine çok önem veriyorlar, ben an itibariyle fikirlerimi bloğum vesilesiyle beyan etmiş oldum. Sizde polisiye sever okuyuculardansanız kitapları okuyarak görüş ve önerilerinizi iletebilirsiniz. Şimdiden keyifli okumalar…

Enes Kara

Eylül ayında yurt bulamayan üniversite öğrencileri parklarda yatmak zorunda kaldı. Seslerini duyurmaya çalışırken de polis tarafından tartaklanıp, göz altına alındılar. Devletin görevi tüm öğrencilere yurt imkanı sağlamaktır. Günümüz Türkiye’sinde maalesef bu mümkün olmadığı için devlet yurdu çıkan öğrenciler yurda yerleşirken, maddi durumu iyi olanlar özel yurtlara gidiyor, yoksul aile çocukları ise çoğunlukla cemaat veya tarikat yurtlarında kalıyorlar.

Dün sabah okuduğum haber beni derinden yaraladı. Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki #EnesKara arkasında bir video ve not bırakarak hayatına son verdi. İzlediğim video Türkiye gerçeklerini tek tek yüzüme çarpıyordu adeta. Enes videoda, hiç istememesine rağmen cemaat yurdunda kaldığını, ailesine defalarca bu durumdan bahsettiğini fakat ailesinin yurtta kalmaya zorladığından bahsediyor. Yurtta kalmak istemediğini belirttiğinde ise, babası oranın kurallarını aksatmaması gerektiğini, namazlarını kılmasını, okuması gereken kitapları okumasını söylediğini de ekliyor. Burada kalan öğrencilerin bir gün boyunca nasıl geçirdiklerini şu şekilde anlatıyor; sabah 06:30’da sabah namazı için kalkılıyor ve sonra okula gidiliyor. 17:00-17:30 gibi okuldan gelip yemek yeniyor ve akşam namazı kılınıyor. 1 saat söylenen kitapları okumak zorundayız sonra yatsı namazı kılınıyor. Saat 20:00’e geldiğinde tüm gün okulda olmanın vermiş olduğu yorgunluk, yurtta zorunlu olarak yapman gerekenlerden dolayı en geç 23:00 gibi uykun geliyor ve uyuyorsun. Her pazartesi, akşam sekizde başlayıp ona kadar devam eden katılımı zorunlu cemaat dersleri oluyormuş. Hafta sonları keza aynı şekilde okumalar, dersler ve temizlik gibi senin karar vermediğin ama kurallara uymak zorunda bırakılan bir hayatı Enes videoda anlatırken benim içim sıkıldı resmen. 

Hem bedenen hem de psikolojik olarak çok yorulmuş olan Enes, “annem fırın istiyordu babam almıyordu. Bende anneme söz vermiştim işe başlayınca fırın alacaktım, biraz param var anneme fırın alın ve kalan parayı ortanca kardeşime verin. Ailem beni seviyor biliyorum ama kardeşlerime de bana yaptıkları gibi davranıyorlar. Kardeşim imam hatibe gidiyor ama gitmek istemiyor. Onlara daha anlayışlı yaklaşın. Bunlar benim vasiyetimdir” dedikten sonra hayatına son veriyor.

Cemaat ve tarikat yurtlarına gitmek isteyenler, bu şekilde yaşamayı tercih edenler olabilir. Onlara sözüm yok ama kişi istemediği halde orada kalmaya zorlamak baskıcı rejimin bir göstergesidir. Enes Kara, elimden özgürlüğüm gitmiş gibi hissediyorum derken aslında vücut dili her şeyi çok net açıklıyor. Pırıl pırıl bir üniversite öğrencisinin 20 yaşında yaşama sevincini kaybetmesi hiç normal bir şey değil. Bu arada intihar etmek de çözüm değil. Önemli olan çocuklarımızın, gençlerimizin, insanlarımızın bu durumda olduklarının farkına varıp yardım çığlıklarına kulak vermemiz. Korku altında, sevgisiz ve ilgisiz bırakılan bireyler rahatsızlıklarını dile getirmek için bir takım uyarılarda bulunurlar. Enes, ailesiyle konuşmuş fakat bir çözüm bulamamış. Çok geç olmadan, çocuklarınız ile etrafınızdaki kişiler ile konuşarak dertlerinizi çözün. Baskı kurmak sorunu çözmez daha da büyütür.

Gençler bizim geleceğimiz ve istediklerini özgür bir şekilde yapmaları için onları desteklemeliyiz.

#SokakHayvanlarıSahipsizDeğildir

Yılbaşından önce, küçük bir kıza iki pitbull’un saldırması üzerine Cumhurbaşkanı sokak hayvanlarının yerinin barınaklar olduğunu söyledi. Bu söylemin uygulaması nasıl olacak, sokak hayvanları belediyelerle bakım evine götürülerek iyileştirilecek mi, barınaklar ne durumda, yeterli yer var mı gibi birçok sorunun cevabını alabilmek için bir kaç hafta bekledim, okudum ve araştırdım. 

Maalesef gün geçtikçe işler çığrından çıktı. Bugün Can Dostlarımızın Günü adlı yazımı okuduysanız hatırlarsınız, Türkiye’de kayıtlara geçen 120 barınak bulunuyor. Çok yetersiz olan barınak sayısı ile barınaklarda yaşayan hayvanların sağlıklı bir hayat yaşamadığını bildiğim için #SokakHayvanlarıSahipsizDeğildir düşüncesini savunanlardanım. Ülkemde kadın, çocuk, emek ve emekçi, barınma ve hayvan hakları gibi birçok hakkın takipçisi olmaya çalışıyorum. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamadan sonra bazı belediye ekiplerinin köpeklere karşı uyguladığı şiddeti ve orantısız müdahaleyi aklım almıyor. Uygun olmayan toplama şekillerinin yanı sıra, sosyal medyada gördüğüm ve canımın çok yandığı görüntüler oldu. Sokak köpekleri ve yavrularına vicdanı olmayan insanların yaptığı zulümler insanlık dışıdır ve tez zamanda kendilerine de aynı şeylerin olmasını canı gönülden istiyorum. 

Hayvanseverlerin savunduğu iki şey vardır. Birincisi hayvanların kısırlaştırılması ve aşılanması, ikincisi ise hayvan satışlarının yasaklanmasıdır. Bunlar yapıldığı zaman zaten sorun ortadan kalkıyor. Barınaklar yeterli sayıda olsa ve hayvanlar için yaşanılabilecek bir ortam sağlansa barınakta bir çözüm tabi ki. Fakat özellikle Türkiye’de barınakların gerçek yüzlerini görseniz ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız. 5199 sayılı yasa, sokaklar hayvanların doğal yaşam alanıdır der. Peki soruyorum neden canını yakıyorsunuz bu canların, neden yasaya karşı gelip öldürüyorsunuz?

Türkiye’nin her yerinde hayvanseverler, sivil toplum kuruluşları, dernekler hafta sonu bu durumu protesto etti ve sokak hayvanlarının sesi oldular. Onların tek istedikleri mama, su, sevgi ve ilgi. Lütfen sizde benimle aynı fikirdeyseniz sesinizi yükseltin çünkü esas sokaktan toplatılması gereken katiller, tecavüzcüler ve hırsızlar, can dostlarımız değil!

Kızlar Sahada

Gündemi kaçırmamak için özellikle sabahları haberleri izlemeye özen gösteriyorum. Hem Türkiye hem de dünya basınını takip etmek benim ufkumu açıyor. Geçenlerde izlediğim ve bence birçoğumuzun da haberi olmayan bir girişim örneğinden sizlere bahsetmek istiyorum.

Her yaştan kadın ve kız çocuklarının futbol yolu ile güçlendiği Kızlar Sahada platformunu hiç duydunuz mu? Ben duyduğum andan beri sizlerle paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan bir birey olarak Kızlar Sahada’yı size anlatmaktan gurur duyuyorum. Türkiye’de maalesef kalıplaşan “kız çocuğu yapamaz, öyle diyemez, bu şekilde giyinemez” şeklinde oluşan tabuları yıkan bir hikayeyle Kızlar Sahada fikri doğuyor. Melis Abacıoğlu’nun bizzat yaşayarak deneyimleyerek ve sonucunda bize bu güzel platformu kazandırması, tüm kadınların ve kız çocuklarının toplumdaki yerini benimsemesine de öncelik verecektir.

Kızlar Sahada’nın amacı, cinsiyetçi yaklaşımlardan uzak, futbol ile ilgilenen kız çocuklarının ve kadınların futbol yoluyla güçlenmesini sağlamaktır. Dünya çapında belirlenen sürdürülebilir kalkınma hedefleri arasında bulunan toplumsal cinsiyet eşitliği, eşitsizliklerin azaltılması, nitelikli eğitim ve barış adalet ve güçlü kurumlar hedeflerine uygun çalışmalarda bulunuyorlar. Kendi etik kurallarını dahi yazan Kızlar Sahada ekibinin birçok başarıları da mevcut. 2016 yılında Kızlar Sahada’nın kurucu ortaklarından Melis Abacıoğlu bu projeyle “Garanti Bankası – KAGİDER Türkiye’nin Kadın Girişimci Yarışması”nda “Sosyal Girişimci” finalisti olmuş. “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” teması ile toplumsal sorunlara çözüm sunan Sosyal İnovasyon Platformu, 2018 yılında “Kızlar Sahada Akademi” yi 88 iş fikri arasından birinci seçmiş. 2019 yılında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi tarafından “Türkiye Fair Play Ödülleri”nde “Sportif Fair Play Tanıtım Dalı Fair Play Büyük Ödülü” Kızlar Sahada’ya verilmiştir.

2013 yılında kurulan ve kısa sürede kız çocuklarının hayallerini gerçekleştiren bu sosyal girişimin, Kotex markasıyla da çok ses getiren bir iş birliği bulunuyor. Üniversite öğrencisi veya mezun olan kadın futbolcuların kişisel, mesleki, kariyer ve spor alanında gelişimini destekleyerek ekonomik anlamda güçlenmesini sağlayan müthiş bir projeden bahsediyorum. Toplam 1 sene süren Kotex Kızlar Sahada Futbolcu Gelişim Programı, katılımcılara birçok branşta eğitim, koçluk ve burs imkanları sağlıyor. 

Toplumsal cinsiyet sınırlarını kaldıran, kadının gücünü her yerde gösterebilecek olan bu farkındalık platformunu tebrik ediyor ve başarılarının daim olmasını diliyorum.

Metaverse

Herkesin dilinde olan ve araştırdıkça yeni şeyler öğrendiğim “metaverse” kavramını sizlere anlatmak için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Terimsel açıklamalara girmeden önce aklınızda hemen canlandırmanız açısından metaverse’ü, sanal ve gerçek evreni eş zamanlı deneyimleyebildiğiniz bir ortam olarak düşünebilirsiniz.

“Meta” Yunancada “sonra, öte” anlamına geliyorken, “universe” İngilizcede “evren” olarak kullanılıyor ve bu iki kelimenin birleşimi olan “metaverse” kavramı ortaya çıkıyor. Türkçeye birebir çevrilerek “evrenötesi” olarak da bu terimi görebilirsiniz. “Evrenötesi” yani “metaverse” kavramı, tüm dijital ortamlardan yararlanarak oluşturulan kurgusal bir evrendir. Sanal dünyaların (oyunlar, sanal toplantılar), arttırılmış gerçeklik (AR), sanal gerçeklik (VR) ve blockchain teknolojilerinin bir araya gelmesiyle oluşan evrene metaverse deniyor.  

Black Mirror dizisini izlediyseniz yaptığım açıklamalardan sonra benzer sahneler gözünüzün önüne gelmiş olabilir. İzlemeyenler için 5.sezonun Striking Vipers adlı ilk bölümünü, “metaverse” kavramını kafanızda oturtmanız için seyretmenizi öneririm. Bu arada sanal gerçeklik evreni ilk kez 1992 yılında, Neal Stephenson’un Snow Crash adlı bir romanında bahsediliyor. Kitabın içerisinde gerçek insanların profillerinin bulunduğu üç boyutlu sanal dünyaya metaverse adı veriliyor. Bilim kurgu alanında Snow Crash’ten önce benzer sanal evrenlerden bahsedilmiş fakat bu kadar net tasvir edilmemiştir. İnternetten oynanan Second Life isimli oyun, metaverse dünyasına verebileceğimiz en iyi örneklerden bir tanesidir. Oyun severlerin tavsiyelerine göre, insanlarla iletişim kurarak hem gerçek hayatı hem de sanal evreninin içerisindeki deneyimi yaşamak istiyorsanız Second Life oyununu oynamalısınız.

Kripto para piyasasında da metaverse önemli bir yere sahip. NFT (Non-Fungible Token) olarak geçen, internetten kolayca indirilebilen ve milyonlarca dolara satıcı bulunabilen kripto sanat eserleri metaverse’te korunuyor, sergileniyor ve satılıyor. NFT sayesinde dijital araçların, varlıkların, sanatçıların ve yatırımın arttığı belirtiliyor. Farkında mısınız bilmiyorum ama Facebook ve Instagram bile ismini Meta olarak değiştirdi ve bu değişim metaverse dünyasının hızla büyüyeceğinin göstergesi niteliğinde.

Türkiye’de alınan irrasyonel kararlar sonrası yaşadığımız ekonomik sorunsallar yüzünden canım ülkem de tam bir metaverse aslında. Türkiye’de yaşayan bireyler olarak, son zamanlarda sanal ve gerçek evreni aynı anda deneyimlememiz açıkçası metaverse kavramını hepimizin  kolay bir şekilde anlamamıza neden olduğunu düşünüyorum 😐

Christmas Market

Yeni yıla az kaldı. Hazır hepimiz yılbaşı moduna girmişken sizlere hem İzmir’de hem de İstanbul’da düzenlenen Christmas Market etkinliğinden bahsedeyim. Christmas Market ilk olarak 2019 yılında İstanbul Four Seasons’da gerçekleşen yeni yıl pazarı festivalidir. Bu sene 8-12 Aralık tarihlerinde İzmir Arena’da, 17-26 Aralık’ta ise Galataport İstanbul’da düzenlenen Christmas Market misafirlerine farklı deneyimler yaşatıyor. 

Ben 12 Aralık tarihinde İzmir Arena’da ki programa katıldım. Annem ve babamın 40. evlilik yıl dönümleri için küçük bir sürpriz yapıp onlara bilet aldım. İyi ki o günü tercih etmişim çünkü Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars ekibi tam benim çifte kumrularım içindi☺️ Latin şarkıları ve danslarıyla keyifli bir akşam geçirdik. Christmas Market İzmir’de 5 gün sürdü. Belki biliyorsunuzdur İzmir Arena İzmir’in en büyük etkinlik alanlarından biridir. Yalın, Edis, Sertab Erener, Pandami Music, Can Bonomo, İlhan Erşahin, Ferit Odman & Kağan YıldızTrio ve Ayhan Sicmioğlu & Latin All Stars gibi birçok sevilen sanatçı İzmir’lileri coşturdu. 

Bu arada sanatçıların üstün performanslarının yanı sıra, yeni yıl ruhuna uygun birden fazla etkinliği Christmas Market’te bulabilirsiniz. Etkinliğin ortasına kurulan buz pateni pisti herkesin ilgisini çekmekle birlikte isteyenler buz pateni gösterilerini izlerken, dileyenler eğitmenler eşliğiyle buz pateni yapabiliyor. Sıcak çikolata içerken çocuklarınızla eğlenceli standları gezebilir, atlı karıncaya binebilirsiniz. Gün boyu süren yeni yıl konseptine uygun maskotlarla vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Alman Frankfurter Hot Dug’undan Meksika Taco’suna Ginger Breadman kurabiyeleriden tarçınlı süslenmiş kahvelerine kadar çeşit çeşit yeme-içme standları da bulunuyor. Ünlü markaların standları ziyaretçilerle buluşurken Christmas Market’e özel indirimler misafirlere tanımlanıyor. Artıbir sponsorluğunda gerçekleşen alışveriş ve eğlence festivalinde, ateş üstünde pişirilen sıcak şarabı yudumlamak ayrı bir keyif veriyor, benden söylemesi.

Şu an devam eden Christmas Market İstanbul, en güzel manzaralardan bir tanesi olan İstanbul Boğazı’nın yanı başında Edis, Büyük Ev Ablukada, Cem Adrian, Müjde Kızılkan, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Seda Mete ve Karsu’ya ev sahipliği yapacak. Gitmek isteyenlere bazı günlerin biletlerinin tükendiğini söylemeliyim maalesef. Her sene düzenlenmesi planlanan ve bu etkinliği deneyimleyen biri olarak sizlerin de fırsatınız olursa seneye Christmas Market’e gitmenizi tavsiye ederim.

Vücut Saatinize Kulak Verin

Hafta sonu genellikle herkes uyuyarak haftanın yorgunluğunu atmak ister fakat benim vücudum hiçbir zaman böyle çalışmadı ve çalışmıyor da. Cumartesi sabahı çalışma günü gibi uyanıp biraz araştırma yapayım derken arka planda televizyon açıktı. Sevdiğim bir programa kulak misafirliğim ilgi çekici gelmeye başlayınca televizyonun sesini daha fazla açtım. Hem kadın olarak hem de iş ahlakı olarak Burcu Esmersoy’u  çok beğenirim. Belki biliyorsunuzdur Star TV’de Burcu ile Hafta Sonu diye bir program yapıyor uzun senelerdir. O günkü konuklarından diyetisyen Elvan Odabaşı’nın bahsettiği konular ilgimi çekti ve sizlere bahsi geçen kavramlardan derlenmiş bir yazı yazmak istedim.

Son zamanlarda yaşadığımız olaylardan dolayı uykuya geçmekte zorlanabiliriz, belki de uzun zamandır zorlanıyoruz da. Maalesef hayatımızda çok fazla uyaran var. Bazımız dijital çağın içerisine doğduk ama çoğumuz ise pandemiyle birlikte dijital çağa ayak uydurduk. Yeni jenerasyon yani z ve alfa kuşağı bu konuda oldukça deneyimli. Artık telefonlarımız gün içerisinde kaç saat ekrana baktığımızı, hangi uygulamalarda ne kadar vakit geçirdiğimizi bildirim olarak bize haber veriyor. Bu demek oluyor ki her geçen gün ekrana daha fazla bakıyoruz. En çok gözlerimiz yaşlanıyor çünkü gözlerimiz mavi ışığa maruz kalıyor.

Uyanıyoruz, dışarı çıkıyoruz, çalışıyoruz, sosyalleşiyoruz, eve geliyoruz, evde vakit geçiriyoruz ve uyuyoruz. Tüm gün boyunca maruz kaldığımız bir çok ışık spektrumu (çeşidi) bulunuyor. Gün ışığının enerjisi ve dalga boyuna göre kırmızı, turuncu, sarı, yeşil ve mavi ışınlar ışık spektrumunu oluşturuyor. Şimdi gelelim mavi ışığın vücudumuza olan etkilerine. Teknolojik gelişmelerle birlikte beyaz led aydınlatmada kullanılan ve zararlı olma ihtimali yüksek olan mavi ışıkla hepimiz farkında olmadan tanışmış olduk. Yapay aydınlatmaya yarayan mavi ışık, aslında gündüzleri bizi olumlu etkiliyor. Dikkatimizi arttırmakla birlikte modumuzu da yükseltiyor. Fakat mavi ışığın geceleri zarar verici özelliklerini de söylemeden edemeyeceğim.

Doğduğumuz andan itibaren yaşadığımız bir vücut saatimiz var. Karanlık olduğu zaman vücudumuz dinlenmek ister; aydınlık kısımda ise yeme, içme, çalışma, eğlenme gibi aktiviteleri yapmak istiyor. Vücudumuzu en olumsuz etkileyen ışık ise mavi ışıktır. Sabah uyandığımızda telefonla güne başlamamamız lazım çünkü gözümüzü açtığımızda direkt telefona bakarak gözümüzü yapay ışığa maruz bırakırsak o günümüz öyle geçiyormuş. Muhtemelen siz bunu okuduğunuzda şaşıracaksınız, emin olun bende şok oldum. Uyandığınızda ne kadar çabuk mavi ışığa maruz kalırsanız gün içerisinde o kadar tatlı yemeği isteğiniz artıyormuş! Saat kaç olursa olsun gece uyandığınızda telefonu elinize almamanız hatta telefonu odanızın dışında tutmanız öneriliyor. Erkek farelerde yapılan bir araştırmaya göre, gece vakti mavi ışığa maruz kalan farelere, en sevdikleri 3 farklı yemek alternatiflerini  birde şekerli suyu önlerine koyuyorlar. Mavi ışıktan sonra fareler genellikle daha fazla şekerli su tüketiyorlarmış. Buradan çıkan sonuç, yatmadan 2 saat öncesinde telefon, tablet mavi ışık veren tüm cihazlardan uzak durmanız gerektiğidir.

Vücudunuzun saati size her zaman bilgi verir. Mesela saat 21:00 civarı melatonin hormonu salgılıyoruz. Vücut saatimiz bu zamanda salgılanması gerektiğini bize gösteriyor fakat biz mavi ışığa fazla maruz kalıyorsak vücut olması gerekenden fazla tepki veriyor. Vücut afallıyor ve hormonlar şaşırıyor. Vücudunuzda ki yağlanma, fazla besin tüketimi, kadınların yüzünde ya da çene bölgesinde sivilcelenme gibi belirtileri sizde fark ediyorsunuzdur. Kadınlarda östrojen hormonu düşerken, erkeklerde de testesteron hormonu aşağıya ivme kaydediyor. Hormonal dengesizlikler bir süre sonra duygu durum bozukluğuna neden oluyor ve bir bakmışsınız ki depresifleşmişsiniz. 

Vücudumuzun sesini dinleyerek en önemli besinin uyku olduğunu ve vücut saatine göre yaşamamız gerektiğinin farkına varmalıyız. Uyku saatlerinizi netleştirmeniz ve yatağa girdiğinizde uyaranlardan uzaklaşmanızı sizlere öneririm. Sabahları da mümkünse telefonu olabildiğince geç elinize almanız gerektiğini unutmayın. Uykusuzluk çekiyorsanız, arkanızdan çok loş sarı bir ışık ile birlikte elinize kitap, dergi veya gazete alarak (ipad, telefon yada kindle değil) vakit geçirmeniz. Bir bakmışsınız bir süre sonra uykuya geçmişsiniz bile, buda benden size küçük bir tüyo olsun 🙂